SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

31 Aralık 2013 Salı

Panorama 2013

18 Ocak’tı sivile ilk adımı mı tekrar attığımda, hayat benim için kaldığı yerden tekrar başlıyordu, damarlarımın içinde “Allah Allah” nidalarıyla coşan bir selin vardı. Bir taraftan yapacaklarım, diğer taraftan önceliklerim, ayrıca özlemişliklerim de vardı kafamda karman çorman dönüp duran, yani diyeceğim o ki; her şekilde garabet bir hal içerisindeydim 2013’e başladığım zaman..
Birkaç gün; abartı yok, hakikaten üç yada beş gün kalabilmiştim Bandırma’da, annemi, babamı görmüştüm ya artık bi işim kalmamıştı orada, şimdi yeni maceralara atılma zamanı, deyip takılmıştım abimlerin peşine canım sevgilim İzmir’e..
Abimlerin şubat tatillerini geçirecekleri İzmir’de ben de hasret giderecektim, varır varmaz çantamı kuzene attığım gibi dışarı fırladım. Seyrelmiş arkadaşlarla buluşup beyhude laflarla vakit doldurduktan sonra asıl aradığım yerin burası olmadığını anladım. Benim artık böyle ortamlarda vakit geçirecek yaşta olmadığımı, karakterimin bir üst seviyeye zıpladığını henüz orada farkına vardım. Geç kalınmış sayılmazdı, yine de acele etmekte fayda vardı ve gün sayarak geçirdiğim bir hafta sonunda İzmir’e, “kim bilir bir daha ne zaman gelirim?” iç sorusuyla felaket yağmurlu bir havada veda ederek yine abimlere eskort olup İstanbul’a yol aldım..
İstanbul’da o ilk tatlı duygularla ve aceleci olmayan coşkuyla, keyfini çıkara çıkara geçirdim bir haftayı. Telaşımı unutmuş, panik havasını kovmuştum içimden. Geçici bir rahatlama nüfuz etmişti içime nedense. Neyse ki ikinci hafta işin sandığımdan daha ciddi olduğunu anladım ve iş görüşmelerine daha bir hız verdim. Haldır yoldur olmasa da mümkün olan her çağrıyı değerlendirmeye çalıştım ve o hafta 5 farklı semtte 7-8 iş görüşmesi yaptım. Nasıl bir tempo yarattığıma kendim de şaşırıyordum; o kadar istekliydim ki, vücuduma öyle bir çalışma şevki gelmişti ki, hayatımın o anına kadar böylesine bir hırsla çalışma azmine sahip olmamıştım hiç. Kendimdeki bu dinamizm acayip hoşuma gidiyor, beni bu acımasız şehre karşı daha da yüreklendiriyordu. Fakat ikinci hafta da koşuşturmalı uğraşlarım bu inanılmaz tempoya rağmen sonuçsuz kalmıştı, elde yine sıfır vardı. Üçüncü ve kendime verdiğim son hafta da sınırları zorlayan bir aksiyon içerisine girip; Beyoğlu’ndan Şişli’ye, Beşiktaş’tan Üsküdar’a, Kadıköy’den Bakırköy’e, Aksaray’dan Tophane’ye kadar karış karış dolaştığım ve 15’in üzerinde iş görüşmesi yaptığım halde, (buna Şirinevler’de bir böcek ilaçlama firması da dahildir), gazetelerde ve internet sitelerindeki ilanların, görüşmede teklif edilen işle uzaktan yakından alakası olmayan konularda ve konumlarda çıkması ve beni hayal kırıklığına uğratması sonucu, son çare olarak isteksizce başvurduğum banka sınavlarının da mülakat aşamalarında referans (yani öz Türkçesiyle “torpil”) da referans diye diretmesinden neticesiz kalması ve o şekilde İstanbul maceramın hiç hesapta olmayan bir şekilde erkenden tamamlanması, bana kaderimin oyunlarından biri oldu halbuki.
Her başarısızlığın ardından insanların geneline bir umutsuzluk çöker, oysaki benim içimi daha başka umutlar kaplıyor, aklıma daha başka planlar geliyor, üzerimden esen rüzgarlar beni daha başka mecralara doğru savuruyordu..
İstanbul’a vedam şahane olmuştu; Çırağan Sarayı’nın heybetli mermer sütunları ve görkemli altın avizeleri arasında gece yarısına kadar isimlerini bilmediğim ve yüzlerini hatırlamadığım kişilerle Tango tutkusuyla dans etmiştim..
Ertesi gün siyah sırt çantamın içine tıkıştırdığım bilgisayarım ve bikaç iç çamaşırı ile otogarın yolunu tuttum. Bu kez istikamet Türkiye’nin en güneyi ve en batısı; Bodrum oluyordu..
Kendime göre sıradan bir iş bulup, maddi anlamda yaşamımı kendi kendime idame edebilecek şekilde yaşayacak ve bıkmadan usanmadan yazacaktım, yazmaktı asıl amacım, yazmaya gelmiştim Bodrum’a, huzurlu ve sakin bir kafayla, kafamın içinde kanserleşen düşünceleri yazıya dökerek rahatlayacaktım, tedavi olacaktım bir anlamda. Böylece yıllardır iç geçirdiğim ilk romanımı yazmış olup edebiyat dünyasına da merhaba diyebilecektim..
Tam da istediğim gibi küçük bi kitap dükkanında iş buldum, hem kitap okuyarak mesai dolduruyor hem de eve gelip gün boyu yoğunlaşmış olan düşüncelerimi yağdırıyordum bilgisayarıma. Geçmiş yıllara nazaran çok iyi gidiyordu yazın hayatım, rayına oturtmuş, her gün düzenli olarak yazıyordum. İlk defa kendimi bir yazar ilan etme noktasına kadar geldim. Gerçek hayattan kendimi iyice soyutladım, günlerim monotonlaştı, evle iş arası mekik dokuyup, şarapla şiir arası oya yapmaya başladım.. Günler ise monoton olmasına rağmen su gibi akıyordu çünkü hayat çok hızlıydı yaz mevsiminde Bodrum’da..
Romanımı tamamladıktan sonra adeta Nobel ödülü almış bir yazar edasına bürünmek istiyor, üzerine saatlerce sohbet etmek ve kendimle övünme rekorları kırmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum ama her seferinde bir yerde konu kitabımdan açılınca mahcup oluyor, pek fazla konuşmak istemiyordum. Bu içsel megalomanlığım, ağzımdan çıkabilecek en ufak egosantrik cümleyle kendini baş göstereceği ve karşımdakini kendime karşı olumsuz şekilde etkileyebileceği düşüncesiyle, boğazımın boğumlarında imha ediliyordu. Böylelikle içsel devinimimi bastırmak için daha çok şarap içtim ve daha çok sıkıntıyı harmanlayıp “hatırı müdafaa yoktur, satırı müdafaa vardır” düşüncesiyle satırlara çevirdim.. : ) ) )
Haziran Temmuz’u, Temmuz Ağustos’u TOMA’larla kovaladı; Her yer Taksim oldu, her yerde direndik ama iş döndü dolaştı sonunda yine aşka geldik. Hiç hesapta olmayan bir kızla tanıştım, hem de öyle bir tanıştım ki, şimdi bile yazamıyorum ayrıntılarını, belki daha sonra onun için apayrı bir yazı yazıcam, çünkü çok özel hem de çok güzel birisi “O”. Nazar değdirmemek için tüm gözlerden ırak yaşıyoruz onunla, herkesten kaçıyoruz, ıssız ve mutluyuz biz..
En nihayetinde, her şeyin olduğu gibi Bodrum’daki günlerimin de miadı doldu ya da ben öyle istedim ve demir almak günü geldi marinadan. Bu kez meçhule değil, aksine çok bilindik bi yere giden gemi kalkıcaktı limandan; rotamız Egenin incisi, Türkiye’nin en güzel şehri İzmirdi artık..
Merhaba İzmir, seni yeniden görebilmek, yeniden seninle olabilmek ne müthiş bir duygu.. üstelik sende aşkı yaşamak da ne ala.. Sevgilimin elinden tutup da yeniden yürüyebilmek, rüzgarda savrulan ipekleri izleyebilmek, deniz kokan koynuna buselerden kolye dizmek ve martılara simit atar gibi neşe saçmak etrafındaki insanlara..
Yedi aydır iyice tembelliğe ve miskinliğe alışmış birinin, tekrar İzmir gibi coşkun bi şehrin hareketli ortamına dönmesi, kendine getiriyordu insanı. Benzini bitmiş bir aracın deposunu fulllemek gibiydi İzmir’den ayrılanın İzmir’e geri dönmesi, bir atı şaha kaldıran nedendi İzmir’de bir insanın coşması, içini dizginleyemeyen sebepler sayılamayacak kadar çoktu..
Bir sırat köprüsü niteliğindeydi benim için 2013, bir sınavdı ve ben o sınavı fena sayılamayacak şekilde geçtim, herhalde geçtim ki mutluyum.. Bu mutluluğumun sebebi kesinlikle tek başına İzmir değildi, en başta beni İzmir’e sürükleyen başlıca neden, temel kaynağım, arzularımın pınarı olan kadınımın ta kendisiydi, yani “O”ydu..
2013’ün bu son gününde, içimde yeni yıl namına temenniler oluşmuyor değil hani. Bu iyi bi şey değil aslında biliyorum, insanın kendisini olur olmaz beklentiler içine sokması bir risk ve bu riski almaya gözüm kesmiyor artık, çünkü kazancım çok büyük ve kaybetmeye de pek niyetim yok açıkçası..
Son sözüm 2014 için ve belki de tek temennim bu; seneye bugün bana daha da güzel bir yazı yazdırmasını diliyorum, içinde hala “O” ve İzmir olan..

Ulaş TUZAK

19 Aralık 2013 Perşembe

Kadının Evi

Bir erkek gözüyle dünyaya hep genel bakmışımdır, bunu hayatın sade yönünden zevk almaya yoruyorum aksi halde basit yaşamak ya da basit olmak gibi bayağı yorumlara vesile yaratmak için değil, öyle olmaktan kati suretle çekinmişim, kaçınmışımdır da zaten..
Ne bileyim, her sabah içinde hacim kapladığım kısmi uzay boşluğunda uyandığımda, bu koskocaman evrende küçücük, miniminicik teferruatları edimsel koşullanmanın da tesiriyle yeniden tecrübe etmek istemiyorum..
Bırakalım dünya kendikendine dönsün olur mu?
Ama olur mu? Olmaz değil mi? Lütfen..
Kadının varlığı nasıl olur da tek kalemde es geçilebilir, öyle değil mi ya..
Kadın, ev kadını olsun olmasın, onun kainatı evidir. En büyük yaşam alanı olan evi; hayallerini, ideallerini, sevgisini, mutluluğunu, huzurunu temsil eder.. Nasıl ki erkeğin kalbine giden yol midesinden geçiyorsa, kadının da evinden geçiyor işte..
Evsiz bir kadın saksısız bir çiçek gibidir, hiçbir özelliği, hiçbir güzelliği fark edilemez, kadının gerçek yüzü ancak onun evindeyken görülebilir. Bir kaktüs bile saksıya konulduğunda nasıl bir estetik içine girebiliyorsa, bir bambu evi nasıl hemen yeşile bürüyebiliyorsa, bir sarmaşık nasıl da evin her köşesini fethedebiliyorsa, pencerenin önüne konulan menekşeler, kasımpatılar, küpeliler bile evde ailenin bir ferdi gibi duruyorlarsa, hele o kılıç çiçekleri yok mu; onları dışarıda görsen onun bir çiçek olabileceği aklının ucundan dahi geçmez ama gel gör ki bir hane içerisinde her şey farklı bir biçim kazanıyor..
Yeni tanıştığınız bir kadını hemen o anda evinde hayal edebilir misiniz? Ev haliyle, en gerçek olduğu şekilde, o anki gizemli tutumundan geniş açılı derece uzakta bir durumda.. Ben de edemiyorum tabii ki ve her defasında kendimi tez ödevi içinde bocalayan zavallı bir araştırma görevlisi konumunda buluyorum.
Peki, ya ilk başta olacakları önceden görmek gibi bir yeteneğimiz olsaydı, hangimiz bu durumu kabul eder ve kaçımız yine aynı seçimleri yapardı? Bence cevaplanması gereken en kritik soru bu..
Bir diğer mesele ve asıl burada değinmek istediğim konu, kadının ev hallerinden ziyade evindeki varlıkları yani diğer deyişle göz bebeklerinin nuru, canları, ciğerleri eşyaları..
Kadının evi gibi değerlidir eşyaları, ayrılmaz bir bütündür, onun için etle tırnakları gibidirler. Evindeki tüm eşyaları şıkır şıkır görmek ister kadın, birisine bir zarar gelmesinden korkunç derecede çekinir, üzerlerine titrer, sanki çocuklarıymış gibi itina gösterir onlara..
Bir erkek karnı acıktığında biran önce yemek yiyip doymayı düşünürken, bir kadın yemeği hangi tencerede ya da tavada pişirmeyi, hangi tabakta, hangi masada, hangi çatal bıçakla, hangi yardımcı yemeklerle, ne şekilde ve ne kadar yeneceği gibi akla gelmeyen daha nice koşullarını düşünür..
Haa, erkek bi de demli bi çay ister yemeğin üstüne şöyle yediklerinin hazmını kolaylaştırsın, mideyi rahatlatsın diye ama kadın yine rahat durmaz ki; ada çayı mı olsun, ıhlamur mu, bitki çayı mı, kahve mi? Kahve derseniz yine iki seçenek sunar size; türk kahvesi mi, nescafe mi? Diyelim boş bulunup türk kahvesi dediniz.. Nasıl olsun; şekerli, şekersiz, orta? Yahut neskafe dediniz, kendinizi çok şanslı saymayın onun da çeşitleri var; sütlü mü olsun sütsüz mü? Yada işi iyice abartın da salep deyin sıyrılıverin işin içinden..
Uyarı Notu: “eğer ki içeceğiniz her ne ise onu porselen takım bir fincanda içiyorsanız ekstra dikkat etmelisiniz, aksi halde fincana gelebilecek en ufak zarar beyninizde de bi o kadar hasar oluşturabilir” benden söylemesi..
Hastalanınca ev kedisine dönüşüverir kadın, bütün kusurlarıyla en çocuksu, en şefkate muhtaç, en durgun ve aynı zamanda bilhassa en masumane halini alır. İşte o zaman tüm eşyalar gözündeki bütün değerini yitiriverir, evin gerçek ihtiyacının bir erkek olduğunu anlayıverir kadın..
Evin gereğidir kadın, direği ise erkek ve böreği çocuklar olmalı sanırım. Bence her kadın börek yapmasını iyi bilmeli, bu aralar ev böreği çekiyor sanki canım..

#ulastuzak

30 Kasım 2013 Cumartesi

güveniliyorum öyleyse mutluyum

demirden bir maske yaptırılmalı herkese yüzlerini örtsün diye iyice
ne sıkılgan, ne tuhaf ve ne acı verici bir hayat çektikleri görülmesin
insanlar sahteyken güzel, gerçek değilken mutlular
çünkü mutlulukları gerçek değil ki yüzleri gerçek olsun
hem neyi kaybetmeye çekiniyorlar; neyden korkuyorlar? bi düşünün..
canını mı? malını mı? inancını mı? eşini, dostunu akrabasını mı?
özgüvenlerini mi? yoksa birilerine olan güvenlerini mi?
bence en kötüsü;
birinin, başkası tarafından kendisine duyulan güveninin kaybolmasıdır,
yani bir başka deyişle, mutluluğunun kaybolması..
daha başka ne yapabilir ki insanı bu kadar mutlu?

#ulastuzak

27 Kasım 2013 Çarşamba

elzem bir yazı

yaşantımda bi ilktir bu;
kasıtlı olarak birine,
bilerek ve isteyerek
kendi hür irademle
en baştan her şeyi kabul ederek,
hem candan hem de kafadan
saadet-i huzuru hissederek
hiç bi etki altında kalmadan
hayatı yepyeni, gısgıcır bir pencereden
dürbünsüz ve çırılçıplak gözle
anadan üryan, enine-boyuna tartarak
eğri oturarak ama doğru konuşarak
bu kez söylüyorum ki;
varlıkların ve yoklukların dahilinde
kainattaki tüm tanımların ya da
henüz tanımlanamayanların en değerlisine;
yaratılmışların ve yaratılacak olanların
en mükemmel ifadesine;
Tanrı'nın bana en muhteşem hediyesine;
Huri'm, Havva'm, cennet-i alam,
Seni seviyorum ya ben;
bundan ziyadesi zaten boş kelam..

HALİKARNAS ŞARAPÇISI

24 Ekim 2013 Perşembe

aşk-ü teala

her gizemli erkeğin arkasında
gizemli bi kadın vardır;
sedasız bir ilişki, güvenli bir hayat
saklambaç oyunu; eşsiz bir zevk
nasıl bir eğlence ki görülmeye değer
meğer ki gizli, görülemez..
heves büyük, gerçek aşk-ü teala
sadakatte zulüm yok, neşe var
ey tropikal toprak, hep gül bana
bir gül ver bana..
kutsal mabedimin dilberi
niagara şelalesi gibi akar
serinletir al aziziyah'ta yaşayan
benliğimi..
ellerimi açar açmaz
avuç avuç dualar gönderirim
kimselerin bilmediği yüce varlığa..
kim demiş ki O'nu gördüm diye
kim görmüş benim kadar gerçek
benim kadar yakın,
hissedebilir mi ki gerçekten?
O, bazen bi kadında aşk
bazen bi dalda çiçek
bazen denizde balık, şişede şarap
bir bakmışsın sudaki serinlik olmuş
kuru ekmekteki bereket olmuş,
bazen küçük bi çocuğun tebessümüne
bazen de sevgilinin dudağına konmuş
gönlünü uçuran kanat olmuş bazen
gecede mehtap, gündüzde serap olmuş
O her hale giren, her halden anlayan
ve her halde sevgide vücut bulan
kendini hissettiren gizemli varlık!
ne kadar gizlesem de içimde durupduran;
beni duyuyor olmandan ne mesudum..
ah, her seferinde eşsiz nimetler sunan
kimselerin tadına varamadığı doyumu da,
cenneti ala mı yoksa her neyse ora?
herkesten önce tattım mı, acaba..
durulmuyor gönlüm, bulanık hep
kaynayan pınar gibi oluk oluk
seviyor, sevmezse olmuyor çünkü
hala akıyor güldür güldür
içime içime,
gönlümün debisi büyük velev ki
kaldırır o gür akan suyu..

Halikarnas Şarapçısı

16 Ekim 2013 Çarşamba

bayramın adı kurbanın tadı

asırlardır bir cehalet-i müpdela hasıl olmuş memleket-i dergaha
her kim sakladıysa, ifşa edilmiyor hakikatler; lal olmuş diller,
sanki yemin etmişler de sırra ermiş hüsn-ü beyler
kimdir bu saffet içinde dolanıp lütfu gaflet içinde arayan eller?
hadi şimdi de bir "böyle gelmiş böyle gider"cilik peydalandı ataletle
insanımız yeis ve sıkıntıyı böyle muayyen bir cevapla geçiştiriyor
ah ne yazık ki onlara, kendilerini nasıl da tecelli ediyorlar..

etki gücümün sınırlarını zorlayan bir dil yerleşti üslubuma, son zamanlarda tüm kitaplarını elimden geçirdiğim Sabahattin Ali üstadımın bana eseri; eski türkçe'yi kazandırmak oldu. tabi ki gönlüm isterdi daha böyle bir dille devam edeyim düşüncelerimi dökmeye lakin yeni nesil okuyucuların anlamakta güçlük çekebileceğini düşünerek, günümüz türkçesiyle devam ediyorum gözümün önünden akan zamanı ifşa etmeye.. ;)

bugün; Tanrı'ya adanılan adakların ruhlarını Tanrı'ya gönderme ayininin ikinci günü.. ilk defa bu bayram et yemedim; alınan canlardan uzakta bihaber, kendi iç dünyamda tevekküldeydim.. sevgilimle halvet olmaktı benim için ayinlerin en kutsalı, bayramların en mübareği, kutlamaların en coşkulusu.. şükürler olsun ki O'na, herkesle zıtlaştığım ve düşüncelerimin, duygularımın, inatlı kararlılığımın dikine gittiğim için haklı çıkarmıştı beni, haklı gurura ermiş, muvaffak olmuştum. güvenimi boşa çıkarmadı; O'na olan inancım da böylece sonsuz uzayın her geçen gün daha da derinleştiği gibi iyice derinleşti, içimde açtığı yeni kara deliğin içinde kaybolup gittim ben de..

sabaha müthiş bir izzetle uyandım; batından sesler geliyordu, rahatlıyordu, gevşiyordu.. büyülü bir fener aydınlatıyordu denizimi; üzeri durgun ve ak, dibi berraktı. taze oksijeni çekiyordum ciğerlerime, beynime giden temiz kan, ruhumu uyuşturuyordu. herkes yağmurun bense ıhlamurun kokusunu duyuyordum, farklıydık diğer tüm insanlarla nedense, algılarım ne yöne bakıyordu bilmiyorum ama kıbleye bakmadığından gayet emindim.

son zamanlarda, etrafımda dönen ılımlı havanın inkişafını izlemekle yetiniyorum; tatlı bir nehir akıyor içime, durgunlaşıyor ve yosun tutmaya başlıyor orada; ilk canlılık su ve toprağın buluşmasıyla gerçekleşiyor, ardından karaya yayılan bu mucizevi kudret yeni canlılar ortaya çıkarıyor; bi nevi dna kombinasyonu aslında..

velhasıl kelam;
içmek güzeldir, bayramı seyranı bahane edip ritüelleri gerçekleştirmek de güzel, muhafazakar güruhu pohpohlayıp etinden sütünden istifade etmek de pek güzeldir, el öpmekle dudak kararmaz nasılsa, okumakla da alim olunmaz ama, ne ekersen onu belki biçersin, yürü be koçum anca gidersin, sen benim gibisini nah! seversin, bir berber bir berbere gel beraber bu akşam bize gidelim içelim demiş, kırk yıllık kani olur mu yani?, içmek güzeldir hele de kırmızı etle; "hey hancı, bana et ve şarap getir.."

HALİKARNAS ŞARAPÇISI

11 Ekim 2013 Cuma

birinin yolunu beklemek

beklemek zor..
öylesine beklemek çok zor,
ne kadar bekleyeceğini bilmemek daha da zor,
ama en zoru birini beklemek;
seni umut içine koyup,
zamanın demir parmaklıkları ardına bırakan birini
rutubetli, hem de buz gibi ve karanlık
yankılı taş duvarların arasında sessizce beklemek,
ateşlenmek ve soğuk soğuk terlemek te var işin ucunda
hasta olmak, sağır olmak, kör olmak ta var
"gözlerimi tükürdüm ağzımdan boncuk gibi"
beklemek zor..

6 Ekim 2013 Pazar

an revan / 3

Hastaydım geçen hafta.. kolay kolay hasta olan biri değilim ama öyle bir hasta olurum ki en az bir hafta sürer semeresi..
Hastaydım ama mutsuz değildim ve mutsuz değilken yazmak benim için zor meşgale olmuştur her seferinde. Yazmak bir alışkanlıktır ama dertliyken, sıkıntılıyken, acı çekerken, içinde sıkışmış olanı dışa vurmak için yazarsın ve bu bir klişe değildir, mutlak surette bir ihtiyaçtır..
Ağaç, kuş, kedi köpek nereye kadar? Deniz, güneş, bulut nereye? Çirkinlikleri görmeyenlere güzeli anlatmak ne çare? Kötüyü bilmeyen nasıl anlasın iyinin değerini?
Tam da böyle bir avuntunun eşiğinde, tutmayacağını bile bile evde çarşı hesapları yapmaya çalışırken ve ufukta yolculuk görünürken bak sen şu kaderin cilvesine; nasıl da paralel evrende hesaplar yapılıp daha mesajını bile iletmeden sana ne güzel haberler yollayıveriyor hemen, seviyorum ben bu “melekleri” yahu..
Gelicem dedi ve geldi, hiçbir şey onu engelleyemezdi. Doludizgin arzuları, koca bir kalp dolusu sevgisi ve bir hastayı dimdik ayağa kaldıracak kadar şefkati ile geldi. Hoş geldi, iyi ki de geldi, ne güzeldi, ne Charlie’nin meleği ne de Beki İkala’nın meleği onun kadar güzel değildi, o benim biriciğimdi ve en güzelimdi..
Bu sefer başka bir mekanda, başak bir evde, başka bir fantezi dünyasına girmiştik. Biz ne çok yer değiştiren sevgililerdik böyle.. Dünya bizim etrafımızda değil, sanki biz dünyanın etrafında dönüyorduk. Her yer bize ayrılmış, zaten ezelden beri hep bizimmiş havasında yaşıyorduk, bolluk bereket içine düşmüştük adeta. Ekmek elden su gölden hesabı, yiyecek içecek yatacak gibi insani rutin sorumluluklarla uğraşmıyor, sadece birbirimize odaklanıyor, olabildiğince birbirimizden keyif almaya, beraber olduğumuz her saniyeden faydalanmaya, potansiyel enerjilerimizi karşılıklı olarak birbirimize fırlatarak emprovize tepkilerimizden tat almaya çalışıyorduk..
Nitekim, tadına doyum olmaz bir hafta sonunun hiç istenmeyen bitiş sahnesine gelip çatmıştık. Olanca sarılmalarımız, usançsız sevişmelerimiz, şimdi içimizi etin tırnaktan ayrılması gibi acıtıyordu. Ne gereği vardı durduk yere birbirimize ara vermeye? Gece yarısının sabah ayazına bağlandığı vakitte hele de ayrılmak için 15 dakikalık yolu yürümeye ne gerek vardı? Bu istençsiz çaba da neyin nesiydi? Şuursuzluk diz boyu ama mecburiyet elini mahkum ediyordu insanın..
Belki de yeni özlemle daha da büyüyecek olan şehvetimiz, bir dahaki sefere daha büyük bir alevle saracaktı bedenlerimizi. Bu sayede yüreğimizdeki sevgi küpü kırılacak, vücudumuzun her yerine yayılabilecekti sevgimiz ve bundan sonra sadece kalbimizle değil tüm organlarımızla sevmeye başlayacaktık birbirimizi, tıpkı guruldayan karnın yemek yerine sevgi istediği gibi..

Halikarnas Şarapçısı
Ekim ‘13

1 Ekim 2013 Salı

yağarsa ekime kadar, yağmazsa..

bugün ekim'in 1'i
kapkaranlık bir sabah
kara bulutların ardında kamufle olan güneş
yol boyunca fırtına
lodos poyraz çarpışması
ve kazanan karayel..

marina da güneşlikler kaldırıldı
öğleden sonra bir sağanak ki sorma
çiseleyeduran sulu sepken
birden nasıl da bastırdı
mahsur kaldık köftecide..

en son ne zamandı?
haziran'ın 6'sı mı acaba
öyle bişey,
tam dört aydır ilk defa
suya kavuştu toprak
kokuya hasret bizler
hava öyle bir temiz
yerler de keza
ne toz toprak, ne uçuşan polenler
ilaç gibi iyot var burnumun ucunda..

her şey koyu tonlarda
renkler matlaştı,
bana ilham veren ışık
başka şehire yaklaştı
yüreğim temiz, vicdanım rahat
aşkımızın buluşacağı yer
şimdi daha anlamlaştı..

Halikarnas Şarapçısı
güvercinlik


24 Eylül 2013 Salı

Pier

karşımda bodrum kalesi, solumda marina, sağımda kara ada
daha da uzakta kos silueti var, hava hafif rüzgarlı
ince dalgalar parıldıyor güneşin dik açılı ışınlarıyla
eylül'ün sonu olmasına rağmen,
biçok tekne, biçok yat geziniyor bodrum karasularında..

pier'deyim,
bilen bilir, marinanın içinde muazzam bi kafe,
üstü açık, havuzlu sahnesi, uzun şilteli, yastıklı, minderli köşesi
ister otur yemek ye, ister giy şortunu havuza gir
ister al içkini şezlonga uzan,istersen bi demli çay, bi orta kahve söyle
getirsin hemen pıtır pıtır etrafında dolanan ayşegül..
bu görkemli manzaranın keyfini çıkarmak kalıyor geriye
tatlı tatlı uyku giriveriyor enseden dimağına
yemeğin hemen üstüne içilen bir keyf cigarasından sonra
sırtıma iki yastık dayayıp uzatıyorum ayaklarımı kos'a doğru
havuz arkamda, latin jazz müzikler kulaklarımda
yatların birer birer marinayı terkedişleri
ve gezentiden dönen diğerleriyle nöbet değişmesi
gözlerimin önünden klip sahnesi gibi geçiyor
ah şu zengin türkler!
vergi ödememek için yatlarına astıkları amerikan bayrakları
ne hainsin sen be türk zengini..
her neyse, Diamond Catamaran'a rakip olamadı bu sene
Zodiac botlar yine kime escortluk ediyorlar acaba?
hangi godamanın helikopteri turluyor tepemizde?
şu en uzun yat direği var ya?
o değil de, tee orda parasiding yapan adam kim?
oldu mu şimdi be pancar motoru, senin ne işin var burada?
bunca şekil teknenin arasında abese iştikal etmeye ne hacet..
ya askeri kampta hala denize girmek için kendini heba eden
sezon sonu tatilcilerine ne demeli?
salmakis'te kıpırtı yok, olay bitti demek ki,
acaba bizim göl kızı cazibesini mi kaybetti?
başka bi hermafrodit bulsun bu kış kendine..
değirmenler, alaçatı tiyatrosundaki gibi restore edilse
ne muhteşem olurdu aslında, uyuma başkan seçim yaklaştı, huu!
bardakçı'yı göremiyorum burdan ama
şu tepenin ardında öyle biyer olduğunu bilmek bile içimi hoş ediyor..
yeniden karşıya doğru dalıp gitsem, içmelere doğru
burunla kara ada arasından Datça siluetini görüyorum,
palamutbükü ben de burdayım diye el sallıyor, görebilene
datça feribotu duyamadığım gümbürtüyle geliyor bodrum'a doğru
her dakka bikaç milim büyüyor ufukta,
bikaç hafta öncesi gibi yolcusu yok artık
bikaç hafta sonra kendisi de yok olacak nasılsa
idare ediyor şimdilik..

eee, çayım çorbam bitti
yemek molam da bitmiş bu arada
mesaim başlıyor, hadi kalk
işçi işine, işsiz köyüne..
çalışmak istemiyorum,
akşama kadar burada kalmak
bu duygusal tablonun tadına doymak hevesindeyim
hatta burada yaşasam daha güzel sanki,
işi bırakıp yelkene mi başlasam ne?

Bodrum Pier
Halikarnas Şarapçısı

22 Eylül 2013 Pazar

an revan / 2

Yaklaşık üç buçuk saatlik bir zaman zarfının ardından vardım İzmir’e. Eskisi gibi değildi terk ettiğim bu şehir, sanki birileri benim hatıralarımı unutmam için yardım ediyordu. Belediyeler, işletmeciler, müteahhitler bir olmuş, el ele verip her yeri yıkmışlar, kazmışlar, yeni yollar, yeni köprüler, yeni caddeler, yeni kafeler, eski sokaklara yeni evler yapmışlardı. Bu yenilik, eski bir şehrin yepyeni bir umudu, yazılacak yeni hikayelerinin en beyaz sayfalarıydı belki de..
Bornova’dan Halkapınar’a doğru giderken içim bir hoş oldu yine. Çift katlı 63 nolu eski otobüsleri hatırladım. Üst katın camından içeri giren rüzgar, ayyaş öğrencilerin kafalarını ayıltıyordu sabahın dördünde..
Alsancak’a vardığımda bambaşka bir deniz havası kokuyordu, adını bilmediğim başka bir yel esiyordu kordonda, çimler daha bi yeşildi sanki, biranın tadı daha bir malt, alkolü daha bi sertti..
En son hatırladığım gri bulutlar dağılmıştı, koyu kahve görüntüler yerini elvanlı enstantanelere bırakmıştı. Faytonlar bile yenilenmiş, daha bi modern, daha bi ciddi havaya bürümüşlerdi kordon boyunun tıkır tıkır ilerleyen taş yolunu. Hani vapurlara eşlik eden martılar vardı ya, daha da çoğalmışlar şimdi, cümbür cemaat gidiyorlardı Alsancak’tan Karşıyaka’ya..
Güneş batınca yeni bir güneş doğuyordu bu şehire, gecenin sessizliği dört bir yanda çalan düğün şarkılarıyla yankılanıyor, gecenin karanlığı her düğün meydanından ateşlenen fişeklerle aydınlanıyordu. Muazzam bir karşılama töreni düzenliyorlardı sanki bana şehrin ahalisi..
..ve bu şehirde, elinden tutup ta yürüdüğüm bir sevgilim de vardı yanımda. Bütün bu sözcüklere benimle beraber şahit olan, duygularıma ortak olan, sek yalnızlığıma su katan bir sevgilim vardı elbet. Issız bir gürültü, tenha bir kalabalıktı kendisi. Nihayet hayatımda sadece gözüme değil gönlüme de hitap eden biriydi o, bütün eski yoklukları var ediyordu. Kendi kendime konuşarak geçtiğim, aşınmış kaldırımlarıyla, yerde yuvarlanan kurumuş yapraklarıyla, sokak kedilerinin yuvalandığı küflenmiş çöp konteynırıyla dertleştiğim, yaşlı dut ve çam ağaçlarına selam verdiğim yollardan şimdi onunla geçiyordum. Kasvetli sokaklarda bahar havası yükseliyordu biz geçerken, ardımızda yıldız tozları uçuşuyordu, eski binaların köhne duvarları göz kamaştırıcı en sıcak renklere boyanıyordu..
İçmeden sarhoş olmak, bir inansın dünyada sahip olabileceği en son noktadır değil mi? Budistlerin nirvana’sı, Zerdüşti’nin ahura mazdası, Yahudilerin kabbala’sı, Hristiyanların mesihi, Müslimlerin cenneti ne ise benim de içinde bulunduğum durum oydu o anda..

20 Eylül 2013 Cuma

imalar söz konusu

..son anda yetişti kalkan otobüse ve yaşanmış olan yaşanacakları etkiledi kaderi. yalnızca bir oyuna oyunculuk etmekti niyeti ve sonra hayatının baş rolüne aday adayı olan yeni bir oyuncu keşfetti. tüm jüri üyelerinin ayrıntılı değerlendirmeleri sonucu adaylığa terfi eden oyuncu, nihayetinde altın yürek film festivalinde son aşamada temsil edilme hakkı kazandı, artık finaldeydi..
final, artık tek bir seçimle, tek bir oyla belirlenecekti ve tek bir aday vardı, o da ya kazanacak ya da kaybetmeyecekti. işte böyle rahat bir havada geçti festivalimizin sonu, yine de heyecan vericiydi. acaba kazanacak mıydı yoksa kaybetmeyecek miydi?
bence kaybetmedi, ona göre de kazandı diyebiliriz..

yüzünü tarif edemem çok sakıncalı
ama dudaklarında pembe gül tadı var
saçlarını anlatamam kıskanırsınız
bir teline dokundurtmam sizlere,
dane danedir her yeri
her yeri ince ve körpecik
beline sarıldım da çıt dedi
kıyamadım sevmelere onu ben,
içmedim, sarmadım ilk defa
en ayık kafayla sevdim, seviştim
en ayık kafayla sarhoş oldum yeniden,
aklım onda, fikrim onda, içim onda kaldı
boylu boyuna varamadım
türlü huyuna doyamadım
ben o gıza heyranım
sevipdurum işte..

8 Eylül 2013 Pazar

an revan

1

gayet vakur bir muhabbette seyrediyordu halimiz
ne olduysa oldu, sanırım gönül kıvamını buldu
fırtına koparan gökyüzü gibi,
bir anda değişiverdi nevrimiz
o andan sonra sıcaklığına aldırmadan
damağımızı yaka yaka,
çala kaşık daldık keşkek kazanına..

öncekilere nazaran pek de uzunca olmayan bir konuşma geçti aramızda, sonra dayanamayıp sordu; ne olacak halimiz? tahmin ettiğim ancak o an beklemediğim bu sual karşısında, can havliyle bir cevap verme gereği hissettim. genellikle bu gibi durumlarda verilen cevaplar hep plansız ve kararsızca verilir, bu yüzden de insanın içinde derin şüpheler ve gelgitler peydalatır ancak benim eski tecrübelerime dayandırdığım bu nitelikli yargılar sayesinde üstünü çizemiyeceğim hiçbir şüphe, hiçbir müphem durum bulunmamaktaydı. nitekim mantıklı kurgular zincirlemesinde inşa ettiğimiz olayları gerçekleştirmek için ilk adımı atma kararı aldık.

adamın işinden çıktığı saatti, henüz çarşıdan adımlarını birkaç metreye kadar bile alamamışken çoktan mesajını göndermişti kadına. kadın sanki telefonu elinde hazır bekliyormuş hızında cevap yazdı adama. belirledikleri yerde buluştular ve belirledikleri yere gittiler. gittikleri yerde kadının bilmediği kişiler vardı. adam, kadını bu bilinmeyen kişilerle tanıştırdı ve ortaya gelen koca bir tabak keşkek ile sohbet te başlamış oldu. bu bilinmeyen kişilerin yeni evli bir çift olduğu ve adamın yakın akrabaları oldukları daha sonra anlaşılacaktı, bu konudan daha önce hiç bahsetmemişti adam ama kadın da hiç rahatsız olmamıştı, aksine çok memnun görünüyordu, herkes memnundu halinden sanki o akşam.

yenildi, içildi, gezildi ve akşamın sonu geceye bağlandı. o gece pek te hesapta olmayan hadiseler meydana geldi. kadın, adamın evinde kaldı, hem de hiç soru sormadan. bunu beklemeyen adam şaşırdı. şaşkınlığı kısa süre içerisinde tatlı bakışlara ve kana karışan akışlara dönüştü, aynı zamanda yüzüne mayhoş bir tebessüm indi ve buna sevinç dolu bakışlar eşlik etti, yalnızlığın bittiği andı o an, kurtuluş savaşı kazanılmıştı, şimdi zafer zamanıydı ve bu zafer kutlanmalıydı..

saatler süren hoş sohbetin ardından, göz kapakları kapanmaya ve aksine dudaklar yırtılırcasına açılıp gerilmeye başlanmıştı. yanlış anlaşılmasın diye kadını ayrı bir odaya yatıran adamı çıkarken öpen kadın, bu yangının ilk kıvılcımını çıkarmış oldu. yarın erken kalkmak zorunda değillerdi, yine de adam erken kalkmıştı. kıvılcım, adamın içinde alev topu halini almıştı sabaha kadar. bu içsel yangın onu sabahın erken saatlerinde uyandırmış, bidaha da uyutmamıştı. öğleden sonraya kadar kadının uyanmasını bekledi. bahçedeki gülleri ve patlıcanları suladı, otları yoldu, mutfaktaki bikaç parça bulaşığı yıkadı, bilgisayara baktı, balkona çıkıp denizi,limon ağacını, ayvadaki kuşları izledi, herşeyi bi kenara bırakıp öylece düşündü, daha da derin düşündü sonra biran hiç bişey düşünmemeye başladı, duvar gibi oldu, hiç kıpırdamadı, açık kalan bahçe kapısı hafif esen rüzgarın sebep olduğu hava akımından sertçe kapandı. bu ses kadını uyandırmış olacak, biraz sonra kadın odasından çıkıverdi. adamın bütün ilgi ve alakası kadına kaydı o zaman..

dallardan gelen cıvıltılarla, yan yana duran tek kişilik koltukla kısa ve hoş bir sabah sohbetinin ardından kahvaltı etmeye çıktılar. deniz kenarında nadide bir restoranda tost ve çaylarla kahvaltılarını yaptılar, hoş, tost ekmeği biraz kuru da olsa çok tatlı gelmişti ikisine de. her zaman elindekilerin tadı, o anın ambiyansına bağlıdır. eğer mutlu bir havanın içindeysen bütün olumsuzlukları göz ardı edebilirsin, mutsuzken hiç bişeyden zevk almadığını zaten biliyosun. bir sevgilinin gülen gözlerine bakılarak yapılan kahvaltıda, kuru ekmeğin ziyafete dönüşebileceğini işte o zaman anlıyordu her insan..

5 Eylül 2013 Perşembe

edebi'yat

küçük bi çocuğun, annesine duyduğu
o müthiş, yoğun ve acı özlemi
duyuyorum şimdi ona..

kokusu kalmış yatağımda dün gece
giydiği penyemde de keza
üstüme çektiğim pikede
kıvırcıkların serpildiği yastığımda
buram buram o vardı,
tanrım, ne sarhoş ediciydi kokusu?

neden şimdi yok ki burada?
neden giremiyorum koynuna?
ne cüretkardı oysa
adamı baştan çıkarırdı
aşketti beni, salındım ona
saçlarına dolandım
dilim dilime dolandı
eveledim, evvelledim
daha bi edebileştim sanki..

uykum yok ya da var da yok gibi
gece bitti sabahı da geçtik
öğle oluyor hatta
ve gözüm kapanamadı daha
onu düşünüyorum hala..

halikarnas şarapçısı




1 Eylül 2013 Pazar

değilim de değilim

melankoliyi seviyorum, melankolik değilim
alkolü seviyorum ama alkolik değilim
beşiktaş'ı seviyorum, fanatik değilim
erotizm güzel ama erotik de değilim
değilim de değilim

bir güzel seviyorum, aşık değilim
bir kadın görüyorum, yılışık değilim
kafamda bol düşünce, karışık değilim
ben böyle şeylere hiç alışık değilim
değilim de değilim

elimde bağlama var, ozan değilim
türkü söylüyorum ama yazan değilim
içimde sular kaynıyor, kazan değilim
bu yaz da bitti ama hazan değilim
değilim de değilim

halikarnas şarapçısı
1 eylül 13
bodrum

28 Ağustos 2013 Çarşamba

marina'nın gülü

kelimelerle anlatmak çok güç bu güzelliği
gelip görmeden inanmazsınız ne desem..

18 Ağustos 2013 Pazar

Milta Marina

varlıklı bir ailenin orta boy yatını izliyorum bizim kitapçının terasından,
akşam üstü serin oluyor da, ancak oturulabiliyor,
bi şemsiye alamadık ki gölgelik yapıversin..
yelken direklerinin rüzgarda çıkardığı ses,
tıpkı şantiyeden gelen inşaat sesine beniziyor,
fonda bu ses akarken gözümün önündeki görüntü de kayıda başlıyor;

nispeten çirkin, beyaz seyrek saçlı, bakımsız
ama zengin olduğu koca göbeğinden kolayca anlaşılabilen
bir adam,
yüksek ihtimalle teknenin ve ailenin reisi
denizden çıkmış, duşunu almış, havluyu sırtına atmış
sarkan kısımlarıyla silinerek tekneye girdi,
çok ilginç ayakkabılarını dışarıda çıkardı ???
tekne o zamandan sonra ilgimi çekmeye başladı.
kızı veya kardeşi olduğunu düşündüğüm
taze ve güzel kadının dudaklarından öptü
kamaraya girdi..
bu sırada içeriden iki tane daha kız çıktı gün yüzüne,
bunlar muhakkak kardeş ya da kuzendiler,
çünkü birbirine benziyorlardı..
birisi lise, diğeri üniversite çağlarında
lolita kıvamında kızlara takıldı gözüm bi süre,
liseli olan kumral, düz ve uzun saçlı
buğday tenli, pembe dudaklı
mavi bir eteği ve az önce ayağına geçirdiği
mavi yüksek topuklu ayakkabılarıyla
mankenlere taş çıkartacak seksiliğe kavuşmuş oldu
kendince..
bence çok komik görünüyordu,
bıyık altından güldüm, onlar beni görmese de..
bu arada anne ve diğer kız da ondan eksik kalmıyordu,
sürüp sürüştürüyorlar, takıp takıştırıyorlar
adeta gidecekleri sıradan bir akşam yemeğine
çok önemli bir kişinin verdiği davete katılır gibi
hazırlanıyorlardı..
baba ise, tipik erkeklerin yaptığı gibi
çok sade ve sıradan bi şekilde üzerini değiştirmiş
kızlar hazırlanana kadar volta atmaya çıkıyordu dışarı..
ben kaleye doğru koyu hülyalara dalmışken
bu ailenin akıbeti hakkında diğer bilgilere ulaşamadım
muhtemelen baba reis aldı arabaya ailesini
önce vasatın üstünde bi restoranda sakin bi akşam yemeği
yedirdi,
sonra kızlar babasından izin alıp
teenage'lerin vazgeçilmez mekanlarından
tekilacılar sokağına ya da barlar sokağındaki
klasik rock barlara yahut ta helva, küba, fink gibi
karma sosyokültürlerin bulunduğu mekanlara kaçtılar,
genç karısıyla başbaşa kalan baba ise gecenin devamında
nispeten daha hafif müziklerin çaldığı sahil kıyısı mekanlarında
şarap içerek geçirme kararı aldı,
bu durumdan sıkılan taze kadın
diğer masalardaki genç erkekleri göz hapsine aldı,
sonunda iki masa ötede kesiştiği adamla gözleriyle anlaştı
kocasına çaktırmadan onu sarhoş etti ve götürüp tekneye yatırdı,
ardından arabayla gelip genç adamı aldı
ve en ücra sokaklardaki köhne pansiyonların birine daldı,
bundan sonrası bol petekli baldı..

halikarnas şarapçısı



12 Ağustos 2013 Pazartesi

aşık atışması

Adam her gece sabahın en erken saatlerine kadar kadını düşünüyordu
fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu, ne uyuyabiliyordu ne de unutabiliyordu
allahın cezası bir düşünce kilitlenip kalmıştı beyninde
içse de geçmiyordu, sarsa da geçmiyordu bu saplantı
bu kilidi açabilecek tek anahtar kadının koynundaydı..

Kadın her dakika adamdan gelecek bir işaret bekliyordu,
bütün gün bunun hayalini kuruyordu, kuruntuluydu da
kafasında bir takım eski düşünceler mevcuttu
bu da onun kurgularında yanlış hesaplara neden oluyordu
bu yüzden de hep yanılıyordu, belki bu yanılsamalarında
etrafındaki kişilerin de etkisi vardı,
onun kalbi ve kafası arasına koskocaman bir set çekiyorlar
hatta yıkılması en sağlam duvarlar örüyorlardı,
yazık ki, kadının güçsüz kolları bu duvarı aşabilecek nitelikte değildi
Allah kahretsindi herşeyi, Tanrı belasını versindi kaderin..

yolumuz kısa, her an bitebilir yolculuğumuz,
ama neden kavuşamıyoruz hala?

bekliyorum, gelmiyorsun
günler yine kısalmaya başladı
önümüz kış..

aramadığım yer kalmadı,
girmediğim sokak, çalmadığım kapı
ne gören olmuş seni benden başka
ne de duyan olmuş sesini..

yoksun görünürde ufuk çizgimin
bilmem unuttun mu beni acaba?
belki de başka kadınlar bulmuşsundur kendine
çoktan çoluk çocuğa karışmışsındır..

bir bulaydım seni çiçeğim,
bidaha hiç koparır mıydım?
kıyamazdım susuz bırakmaya bile
koklamadığım gün olmazdı seni..

yalan, hain dünya
olmaz olsun böyle kader
nedir bu çektiği yüreğimin
ey zalim hayat
dur ya da beni de götür
ya da bırakacaksan ardında böyle çaresiz
lütfen öldür..

sakın ha,
bekle beni sevgilim
ömrümün son anına kadar
seni arayacağım
yemin ettim bi kere
kendime söz verdim
ciğerime çektiğim son nefeste
kokun dolacak içime..

11 Ağustos 2013 Pazar

Her Gece Bodrum

Barlar sokağı dar,
Kıvrımlı ve uzun bir yol
Balık istifi insanlar, keşmekeş
Silme kalabalık,
Birinin ayağına basmadan
Ya da
Sürtünmeden ilerlemek güç,
Saat gecenin bilmem kaçı
Kadınlarda deodoranttan ziyade
Yoğun bir güneş kremi kokusu var
Sahilden kalma,
Yabancıların gözleri ebem kuşağı gibi
Bizimkiler de lens mankeni sanki
Her neyse,

Bende bi ayak fetişistliği sendromu
Aldı başını sorma gitsin,
Halhallı dövmeli ince bilekler,
Rengarenk ojeli ince uzun parmaklar
O yüksek topuklarla kırkbeş derecelik pozlar
Oysa narin bacakların anası ağlar,
Yavaştan yukarı doğru kayar gözlerim,
Henüz bronzlaşmış ve
Bitakım pahalı kremlerle parlatılmış
Ağdalı, selülitsiz, kışkırtıcı bacaklar
Tüm çıplaklığıyla şehvet duygusunu uyandırıyor,
Tül inceliğindeki eteklerin altından
İç çamaşırının görünmesine ne demeli peki?
Ya kalçaların yarım ay şeklinde ucunu gösteren
Über mini şortlara takılırsa gözlerin?
Ceplerin torbası bile çıkıyor yandan
Sallanıyor yeni moda ikonu gibi,
Sonra devam ediyor gözler süzmeye
İnce, kıvrımlı, gamzeli belleri,
Tam yuvarlak, iri ve diri göğüsleri,
Aman ablam, yaman ablam
Ne güzeldir o südyensiz
Hop hop aşağı yukarı sallanan
Memeler..

En nihayetinde dudaklar,
Kalın etli, oval, elips
Kırmızı, pembe bal gibi dudaklar,
Öpüşme naraları attıran,
Isırmak isteyip te
İnsana kendi dudağını ısırtan
Çıldırtan dudaklar..
Tüm bu ahengi bozan
Çene üzerine indirilmiş
Güneş gözlükleri de
Nereden çıktı acaba?

Hadi salsa yapmaya gidiyoruz kızlar,
İki üç defadan sonra adımları uydurabilince
Ne güzel de harmoni oluşturduk değil mi?
Dansla enerji toplayıp tekila içmeye de mi gitmeyek,
Bi şişe tekila açtırıp, masaların üzerine mi çıkmayak
Dansçı kızlar, kıvırmalar, kıvrılmalar
Hep beraber sarılmalar, savrulmalar
Ateşler içinde yanmalar, yanılmalar, yansımalar
Bunların hepsi olası şeyler bodrumda
Olaylar çok spontan ve ani gelişir hep
Sabahlara kadar gezmeler, tozmalar, tozutmalar
İyice çığırından çıkıp denize atlamalar, cozutmalar
“Aman sabahlar olmasın”
Dedirtecek kadar eğlence,
Gırla komedi, zevk-ü sefa,

Ya sonra?

sessizlik, ıssızlık
karanlık, karamsarlık
bozguna uğramışlık
kafada karıncalaşma,
ekolu bi cızırtı
yorgun beden
usanmış ama uslanmamış bir gönül
düşünce karmaşası
aşk şamatası
şevkat eksikliği
tatminsizlik
ayarsız ekolaizer
kekremsi mutfak
içi boş şömine
çıtırdayan kapı boncukları
yerde karışmış kablolar
kılıfsız yastık
balkon köşesine kıvrılmaca
sabahın körü
güvercinler, saksağanlar, turnalar
azgın horoz, muhafazakar tavuk
taze yumurta, rafadan
yeni bir güne istemsizce merhaba
günaydın..

8 Ağustos 2013 Perşembe

korsan

Gözler, irili ufaklı, renksiz çakıl taşları gibi ama parlak
Şekilsiz ama estetik, biblo gibi çekici, sevimli
Ufuk çizgisi gibi sürmeler, akşam güneşi gibi ışıldayan göz bebeği
Kirpikler tıpkı günbatımındaki çam ormanı silueti gibi
Kaşlar martı, burun yarım ada ve dudaklar marinadaki bir yat gibi
Suudi bandrollü bir tekne yanaşırken yanına, geniş iskeleli, ihtişamlı sancağı
Altın kaplamalı küpeştesiyle, görgüsüz bir zenginlik sergisi
Ah bir korsan gemisi olsam da alabora etsem onları
Ve konsam bütün ganimetlerin üzerine..

halikarnas şarapçısı

20 Temmuz 2013 Cumartesi

hiç aşkımdan çıkmıyorsun ki

saçları harman
gözleri derya
vücudu yılan
gerisi hülasa
taş bebek misali bi kadınla
şehvetle sevişirken bile
seni düşünüyorum,
şimdi söyle!
aşık değil miyim
ben sana?

halikarnas şarapçısı
temmuz ortası
cırcırlı bi gecede
bodrum-güvercinlik'te..

14 Temmuz 2013 Pazar

beyaz bir yaz-ı

geçmişim beyaz yalanlarla doluydu
bu yüzden beyaz bir sayfa açtım kendime,
beyaz bi evim oldu önce,
sonra beyaz bir çiçeğim,
beyaz güvercinler konmaya başladı balkonuma
soframda beyaz peynir
ve suyu koyunca beyazlaşan rakım da oldu,
saçımda bikaç beyaz tel bitmiş bile çoktan,
beyaz bir bulut sanki
resmini çiziyor gökyüzüne,
hayalimde canlanıyorsun,
hatta beyazlar içinde belki
seni görmek vardı şimdi
be sevgilim..

halikarnas şarapçısı

7 Temmuz 2013 Pazar

Bi pazar günü sıkıntısı

diyecek o kadar çok söz var ki hangisinden başlasam karar veremedim,
mesela, bugün çok sıkıldım, dün de canım çok sıkkındı ve ondan önceki gün de, ondan da önceki günü neyse ki hatırlamıyorum, ama içimde bi huzursuzluk var çünkü yarına doğru gidiyor zaman..
sonra, yarın ne yapacağımı bilmiyorum, yarından sonra da ve ondan da sonraki gün için hiç bi planım yok, hayallerim kısırlaştı, kuraklaştı hatta çoraklaştı düşüncelerim, susuzluktan çatlayan topraklar gibi yarıklarla dolu kalbim, coşku sıfır, enerji bitik, un ufak olmaya başladı, çölleşiyor umutlarım ve en dibe vurmaya ramak kala direniyor nefesim, yaşamam için bir kez daha oksijeni çekiyor ciğerlerime, neden diye soruyorum, yarını bekle diyor bi ses, yarını bekle..
ondan sonra, beklemeye başlıyorum, bu günü geçiriyorum dişlerimi sıkarak,
hani öğle vakti telefon çalmasa uyanmayacak durumdaydım, belki de akşama kadar uyuyup günü kurtaracaktım ağır zamanın işkencesini çekmeden, rüyalar şu temmuzdan daha serindi en azından..
sonradan da sonra, kahvaltı etmek ister beden, ve ekmek almaya gidersin, ekmeği alır gelir çayı demlersin, domateslerin kabuğunu soyarak dilimler ve peyniri mutfak tezgahının altındaki güğümde bulunan tuzlu suyun içinden çıkartarak, önceden içinde çikolata bulunan kapaklı kutuya koyarsın, ordan dilimleyip servis tabağına aktardın, biraz yeşil zeytin çıkarırsan iyi olur dolaptan, onun da üzerine gezdirilen zeytin yağı donmuş, olsun yenir öyle de, domateslerin üzerine biraz acı sos biraz zeytin yağı, iyi ki zeytin yağın varmış her şeye koymak zorundasın sanki, kahvaltı tamam..
çamaşırlar yıkanacak, doldur bakalım makinaya, başka bişey kaldı mı etrafta acaba? deterjanını koy, kapağını kapa, programını ayarla fişini tak ve makina suyu almaya başladı, böylece o işini bitirene kadar denize gidebilirim, hadi bakalım pitosa..
şezlongun bi tanesine havlu sererek ele geçirilir, sonra cumburlop balıklama denize atlanır, kelebeklemeyi öğrendim ya ha babam kelebekleme, o kadar da havamız olsun değil mi, havan batsın ulan..
artık ne havası almışsam arkama bakmadan açılıp gitmişim denizin ortasına, durunca farkettim, seninki bir panik, nasıl dönücem şimdi geri, pilim bitti, ya dönemezsem? yat sırt üstü bırak kendini dalgalara, onlar kıyıya kadar götürür, sahiden mi? sahi ya..
kıyıya gelince osmotik basınç sağolsun, vücudumda gram su kalmamış, koşarsın bara, su yerine abanırsın biraya, hobaa..
ondan sonra, tekrar suya, kulaçlar bu kez kıyı boyunca atılır, nasıl olsa kıyı boyundan gidiyoruz diye sen git taa agean garden'a kadar, dalgalar arkadan ite ite koy değişti anasını satayım, nasıl dönücem geri, çıktım dışarı yürüyerek dönmem geri, aldı bi yarım saati..
yatarsın şezlonga güneşlenicem diye, yanında iki fıstık yağlanıyor, diğer tarafta orta yaşta iki hatun dedikodu yapıyor, arkamda kalın siyah gözlüklü bi kız kitap okuma numarası yapıyor, onun çaprazında üç kız yüz üstü yatmış yanmaya çalışıyor, oha lan her tarafımda kadınlar var hareme mi düştüm acaba?
tenimde bir ton değişmesi, aman tanrım yandık mı yoksa? aboovv, kalk kalk kalk, duşa hemen duşa, ne ara uyuklamışım ben tatlı talı içim geçti heralde, çevirdim kurnayı dikeldim dakikalarca suyun altında, gözlerimden akan sular sanki şelalenin arkasındaymışım izlenimi katıyordu doğaya..
terliklerimi buldum, çantamı kaptım doğru eve yollandım, karnım aç, evde hiç bişey kalmamış, markete gitmem lazım, bu arada makine işini bitirmiş çamaşırları asmak lazım, kova nerde, hah buldum, doldur kovaya çamaşırları hadi bakalım bahçedeki ipe asmaya, haydaa bahçeyi de sulamadık gene, kurudu domatesler anasını satayım, aç çeşmeyi sal hortumu güllerin dibinden aksın gitsin, bi de kocaman salatalık buldum yaprağının altında saklı kalmış, iki elimin arasına ancak sığacak kalınlıkta ve bileğimden dirseğime kadar uzunlukta bişey..
bahçe sulanırken çamaşırları astım, kopardığım salatalığı kemirdim, içi çekirdekliydi çok, sanırım tohuma kaçmış olsa gerek artık..
bunları da yaptıktan sonra markete gitmek zamanı geldi artık, ana yol boyundaki marketlerden bi tanesine girdim, muz aldım önce, sonra tam buğday ekmeği, yoğurt, pastırma ve ton balığı..
eve gelip yarım paket makarnayı haşladım, bikaçgün önce bahçeden topladığım hormonsuz domateslerden rendeleyip sos yaptım, ona da zeytin yağı kattım, sosun üstüne geçen haftadan şaraptan kalan eski kaşar peynirini rendeledim, yanına kornişon turşu açtım, e daha ne olsun dimi..
biraz ney üflüyorum, terliyorum, biraz daha üflüyorum, bir haftalık çalışmaya göre fena da çalmıyorum ya, tatmin oluyorum, neyi bi kenara bırakıp sıkılmaya devam ediyorum, sıkılıyorum çünkü bütün bunları yaparken yeni bir kitap okumaya fırsat bulamıyorum, hale bak, düşündüğüm şeye bak, kitap okuyamıyormuşum, yahu yazamadığıma içerlenmiyorum da okuyamadığıma takıyorum, ulan okuyamazsan yazamazsın da tabi doğal olarak, yani bağlantılı sebepler, doğru tabi..
peki ya bu gönül meselelerine ne demeli, ne olacak bu durum? onu düşünmeye zaman mı kalıyor ki anasını satayım, sevmeyi de özledik tabi, gerçekten sevişmeyi de, ama siktir etmek alışkanlık oldu bi kere..

Halikarnas Şarapçısı

7713

ve başlıyor hikayemiz kaldığı yerden
devam ediyor değmeye sözümüz
inkar etmeye yetmez ömrümüz
bir saniye bile beklenmez ki
sevmek için,
deli misin nesin sen?
çılgınca sevişmek varken
neden duruyorsun neden?
zaten fark etmez onla ya da bunla
hepsinin hazzı sonunda aynı,
ya damağında kalmazsa?
damak tadı önemli..

ha bi de şu var;
tohumu attığın toprak ta önemli
verimli olmazsa eğer
meyvesi güzel olmaz..

halikarnas şarapçısı

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Ruhlar Alemi

müzik, ruhun nidasıdır
şarap, ruhun gıdasıdır

aşk, ruhun belasıdır
sessizlik, ruhun selasıdır

uyku, ruhun sefasıdır
beden, ruhun cefasıdır

sevmek, ruhun cilasıdır
içmek, ruhun alasıdır

sövmek, ruhun manasıdır
inanç, ruhun anasıdır
ve
Tanrı, ruhun babasıdır..

Halikarnas Şarapçısı

30 Haziran 2013 Pazar

sual

gel bir daha, iki olsun bu
yeter bu kadar fasıla,
nasıl olsa sevmiyor muyuz
birbirimizi hala?

28 Haziran 2013 Cuma

hesaplaşma

evde yapılan hesaplar
tutmuyor çarşıda,
ilacı hep başka yerde arıyorum
oysa şifa kendi koynumda,
ilham da böyle bişey,
başka diyarlara, başka muhitlere
gitmeye ne hacet?
bütün güzellikler hep içinde
hepsi içinde!

yeşil bir pantolon ve
pembe bi tişört var üstümde,
kahverengi bir çanta ve gözlükle
dolaşıyorum bir buçuk aydır,
ya idare ediyorum
ya da üşeniyorum değiştirmeye,
1 yılı geçti şu pantolonu alalı
yenisini almaya tenezzülüm yok
henüz paralanmadı daha..
nadiren yıkıyorum hatta,
en son ne zaman hatırlamıyorum..
bunun sonucu olarak pis görünüyor tabiki,
taşıdığım kolilerin lekesi birikmiş üzerinde
yıkamalı artık,
iyice çitilemeli
ama sonra ütülemek gerek,
kırışık ta giyilmez ki?
buyur bakalım ütü de yapamıyorum!
ne çaresiz kaldım şimdi
sanırım artık evlenme vakti geldi..

Halikarnas Şarapçısı
..yada Çapulcusu

23 Haziran 2013 Pazar

sevişme duası

Bir kahve rengi düşünün
Bir orman rengi
Bir ağaç yeşili sonra,
Bir deniz kokusu
Mavi bir koku,
Turkuaz bir yansıma,
Beyaz, pamuk gibi bir bulut,
Titreşen su halkaları
Coşan su dalgaları,
Parlayan çakıl taşları,
Bir rüya görün ve uyanın
Hayal görmeye devam ettiğinizi düşünün,
Gözleriniz acısın ovalamaktan
Ama değişmesin gördükleriniz,
Ilık bir esinti, ensenizi kavrasın
Diliniz, kurumuş dudaklarınızı yalasın
İçinizi sıkan ip
Düğümlendiği yerden boşansın
Ve çılgınca kaysın tutanların elini yakarak,
Kimse engel olamasın
İki bedenin buluşmasına bu gece,
Sevişmek özgür olsun bundan sonra
Ve sevişen ruhlar
Bi daha hiç ayrılmasın..

AMİN !

HALİKARNAS ŞARAPÇISI
..ya da çapulcusu

19 Haziran 2013 Çarşamba

sen ve sensizlik

tam sana alışıyorum
sensizlik çıkıyor karşıma,
önemli değil
ben ona da alışıyorum
ama sonra
yine sen giriyorsun aramıza..

halikarnas çapulcusu

14 Haziran 2013 Cuma

Bodrum'da Akşam Oluyor

dalgaların yaladığı irili ufaklı
bordo, bej, gri çakıl taşları
aralarında deniz kabukları da var
onlarca kişinin ayak izleri karışmış
her seferinde sünger çekiyor üzerine
kıyıya vuran ucu beyaz dalgacıklar..

güneş batıyor yine bodrum kalesinin üstünden,
marinadaki yatların direkleri
ve disco'lardan çıkan lazer ışıkları
gece siluetini oluşturuyor bodrum'un..

meyhanesi, club'ı, avangarde mekanları
iç içe geçmiş enstantaneler esintisinde
her telden, her dilden, her dinden
gerçekten tam bi kültürler arası diyalog..

ben yine eski, aynı ben
hiç değişmedim,
olanları tüm çıplaklığıyla
ve açıklığıyla izliyorum
aralarındayım ama farketmiyorlar,
gazeteye sarılı şarap şişemle oturuyorum
dalgaların vurduğu çakıl taşları üzerine
bir de ala turka bi müzik doluyorum dilime
dalıyorum uzaklara sonra, kos'a rodos'a doğru,
ara da bir gözümü alıyor, halikarnasın ışıkları
mini etekli, pembe bacaklı sarışın rus kızları
aldırmıyorum,
umurumda değil,
"seni" düşünüyorum hala..

Halikarnas Şarapçısı
ve Ayyaş Çapulcusu


11 Haziran 2013 Salı

umut

imkansıza katlanırsın
tıpkı ölümü kabullenmek gibi,
ancak;
milyonda bir ihtimale umut bağlarsın
tıpkı kaybolanı beklemek gibi..

6 Haziran 2013 Perşembe

Diren Çapulcu

Halk uyandı, halk ayaklandı
Maymun gözünü açtı
Üç maymun kaçtı,
Ayaklar baş’ladı yürümeye..
Diren ey çapulcu!
Sen direndikçe “gaza” gelecek herkes
Korkanlar cesaret alacak senden,
Agorafobiler yok olacak
Diren çapulcu!
Bu ülkenin sana ihtiyacı var,
Mert, yürekli, cesur çapulcu
Diktatörler yıkılana kadar
Diren çapulcu..!

Halikarnas Çapulcusu

28 Mayıs 2013 Salı

Sonsuza Keder

Şimdi değilse, ne zaman?
Ya şimdi ya hiç bi zaman
Durum aynıysa her zaman
Neyi bekliyoruz o zaman?

Hep mi zaman, ah be kader
Hep bi aman, eh be birader
Bekle bekle nereye kadar
Ya şimdi ya sonsuza keder..

Halikarnas Şarapçısı
28.05.13

27 Mayıs 2013 Pazartesi

cırlayıpduran gece

konuşma fısıltıya
fısıltı fosurtuya dönüpduru,
ve ende cırcır böcekleri
hakim olupduru geceye

aksiseda yok
rüzgar bile esmeyipduru,
yanan omuzlarımda
tatlı pembe bi acı
kanımdaki alkol oranı
alt seviyelere inmiş
ama gözlerim hala
aynı güzeli görüpduru

yıldızlar çok sevimlile
göz kırpıvatı bi de
yıldızları çok severim
boynundakileri de öyle

dilim varmayıpduru dimeye
dudaklarım titreyipduru
kıramp girivatı çeneme
ama yine de sevipduru
o kan pompası seni

ah bi şişe şarap
olaydı gücüle,
bi de sen sonra
gireydin goynuma
ne güzel sevişipduruduk
emme yoğsun işte
cırcırları dinleyipdurum
nefesinin yerine..

Halikarnas Şarapçısı

19 Mayıs 2013 Pazar

er'keklik

düşlerin deryasında düşünce tutuyorum
sinir ağlarımla..
balık istifi düşünceler düşünce tekneme
oluk oluk akmaya başlayınca
ışıltılı bir görüntü oluşuyor üzerlerinde,
bu parıltıyı kaybetmemek için
sürekli çalışır tutarım teknemi,
tutabildiğim kadar düşünce tutar
birbirine karışana kadar sinir ağlarım..

sinirlenince bazen ağlarım
ama daha çok gülerim
kimse anlamasın diye,
erkekliğe sığdıramam ben de
istemem aciz görünmeyi..

hep güçlü olmayı
en azından öyle görünmeyi,
güçlüden yana arka çıkmayı hep
adet edinmişizdir nedense?

sorarsanız cevabını kimse veremez
açık yüreklilikle..
düzen böyle diye düşünürüz
belki de..
aslında gücümüzü de
sözde gösteririz,
gövde gösterisine yemez
bitaraflarımız,
er meydanında dövüşmeye
gözü kesmez kimsenin..

kaçar dururuz,
bi de bahane uydururuz üstüne
erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır,
diye..

Halikarnas Şarapçısı
yıldızsız bir gece

Arapsaçı'na Döndüm

Kitaplığımın raflarındaki tozları temizlemek için bütün kitaplarımı yere indirdim bugün. Eski kitaplarımın arasından eski ajandam da çıktı. Ajandamın arasından eski sevgilimin iki fotoğrafı düştü, birinde mum alevini yaklaştırarak kocaman yeşilimtırak gözleri çekilmiş, diğerinde ise göğüs dekolteli siyah bir badi ile bol kırmızı rujla boyanmış dudaklarıyla çekilmiş. Fotoğraflara göz atıp tekrar ajandamın içine sakladım ve ajandamın ilk sayfasına yazdığı yazıyı gördüm, sanırım yazıldığından beri ilk defa okumuştum, neden böyle bişey yazmıştı acaba diye uzun uzun düşündüm, bir sonuca varamadım ama karşılaştığım bu durum beni etkilemedi desem yalan olurdu.
İnternete yazdığımda yazının alıntı bir yazı olduğunu fark ettim, bir kez de internetten okudum yazıyı ama birebir uyuşmuyordu, demek ki ezberlemiş ve aklında kalanları yazmıştı o zaman. Bugünleri görüp te mi yazmıştı acaba yoksa ilahi bir önseziyle mi yazdırılmıştı, bu düşünce irkilmeme sebep oldu, tüylerim dikeldi. Neden böyle bir tesadüfle karşılaştırmıştı beni Tanrı, neyin mesajını veriyordu bana ve neden şimdi?
Çok şakınım, istemediğim düşüncelerden kaçamıyorum, bitürlü kurtulamıyorum, her seferinde biyerlerden karşıma çıkıyor onu hatırlatacak materyaller. Hay aksi şeytan, arapsaçını doladı yine etrafıma ve zamanlaması bu kadar mı manidar olabilirdi? Dokunsalar ağlayacağım her an..

Dokunsalar Ağlayacağım

Dokunsalar ağlayacağım, iyi demek adettendir ya, iyiyim dedim..
değilim aslında!
anlatılması zor bir duygu içimdeki. Her harf, her kelime ve her cümle olduğundan ya çok basit,
ya da daha karmaşık bir hale getiriyor dilime getiremediklerimi..
Bir gün konuşmayı unutmak, sadece susmak istiyorum. bir gün susmayı unutmak, olur olmaz konuşmak istiyorum..
Kime, neye konuşursan konuş diyorum. Yeter ki susma!
Hiç bir söz yetmiyor beni bana anlatmama. Dinleyemiyorum kendimi acımadan içim.
Dokunsalar ağlayacağım bir ömür boyu.. ve değseler hüznüme, döküleceğim parça parça..
Bir anlık değil boğulduğum bilinmezlik.
Acısı çıkıyor sustuklarımın. Oysa ben iyiyim görünürde.
Anlamını içime çeke çeke mutluluğa erişemiyorum.
Ya hep ben fazla geldim ya hep bişeyler eksik kaldı..
Şİmdi iyi olan ne varsa, üzerine çizgi çekemediğim kırgınlıklar sarıyor dört yanımı..



Halikarnas Şarapçısı

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Rebeka İtiraf Ediyor

Azgın bir sevişmenin ardından yorgun düşen bedenlerimiz savrulmuştu yatağın iki ucuna. O mışıl mışıl uyurken ben hayatımın en mükemmel seks deneyimini yaşamanın tarifi imkansız çakırkeyifliği içerisindeydim. Hala biraz öncesine kadar yaşananlara inanamıyordum, sanki bir rüyadaymışım da uyanmışım gibi geliyordu.
Bu adam, tipik erkekler gibi kendini tatmin edip beni bir başıma bırakmamıştı, ben orgazmı yaşayana kadar devam etmişti sevişmeye. Yaygın olarak bilinen bencilliği yoktu, bu da beni oldukça etkilemişti. Sanırım sabah, o uyanana kadar, belki de öğlene ya da akşam üzerine doğru uyanacak olması muhtemeldi, ne vakit olursa olsun, onun bu tatlı masum halini izlemeye doyamayacaktım. Hatta dayanamayıp bikaç kez öptüm onu uyurken, ağzından burnundan bal damlıyordu resmen, bu kadar mı tatlı olunurdu yahu.
Böylece birkaç saat geçti, tan vaktinin alacakaranlığı hakimdi dışarıya. Yatağın üstünde oturup, pencereden limon ağacını ve denizi izliyordum. Birden bi kıpırdanma hissettim yatakta ve kafamı yastığa koyup gözlerimi kapadım, çakal öldü yapıyordum Türk halk tabiriyle.
Adam doğruldu, uykulu bir insanın çıkardığı garip iniltili sesler çıkartarak ayağa kalktı ve odadan çıktı. Kısık gözlerle onu takip ediyordum. Başımı kaldırıp göz ucumla onu izledim, antrenin ışığını yaktı ve hemen karşıdaki mutfağa girdi. Bu saatte ne yapacak acaba mutfakta diye düşünürken bardağa doldurulan su sesi geldi. Mesele anlaşılmıştı, bizimki susamıştı meğer. Oysa benden isteseydi ben ona su getirirdim ama uyanık olduğumu bilmiyordu ki, bilse belki rica ederdi, bende seve seve erkeğime bi koşu suyu, sürahiyi hatta damacanayı getirirdim. Kendi ellerimle bardağa doldurur, kendim içirirdim bu dünyanın en mükemmel erkeğine.
Onu düşünürken, biran dalıp gittiğimi fark ettim, hala gelmemişti yatağa ve hala önce bardağa doldurulan su sesi geliyor ardından “gulp gulp” diye yudumlama sesi duyuluyordu gecenin sessizliğinde. Kaçıncı bardağını içiyordu, bu nasıl bir susamışlıktı acaba? Merak ettim ve kalkıp yanına gittim.
Beni gördüğüne şaşırdı, gözleri kanlanmıştı, neden uyandığımı sordu, susadım ben de dedim. Bir bardak su da bana doldurdu. İyi olup olmadığını sordum, midem çok kötü yanıyor dedi, votka yaramamış ona. Şarap içseymiş hiç bişeyi olmazmış. Onu avurtucasına bir ses tonuyla, tamam canım, bidahakine de şarap içeriz dedim. Bidaha mı? diyerek kötü kötü baktı bana, o an ne demek istediğini anlamamıştım, belki yeni yeni anlıyorum anlatmak istediğini.
Su faslını bitirdikten sonra yatağa geri döndük, az önce bana manalı bir şey söylemiş olmanın verdiği suçluluk duygusuyla, pişmanlık tavırları içinde iki kolunun arasına aldı beni, sımsıkı sardı. O an kendimi bir kelebek kadar hafif ve kundaktaki bir bebek kadar korunaklı, huzur içinde ve güvende hissetmiştim. Saçlarımdan başımı, alnımı öpüyor, adeta sevgi kalkanıyla himaye ediyordu beni. Tıpkı kızına sarılan bir baba gibiydi. Onun bu tavırları, beni ona karşı daha da teslimiyetçi yapıyordu. İçimde büyüyen kocaman bir aşk doğuyordu sanki, bu korkunç bir şeydi, aşık olmak!
Kaçınılmaz bir sona doğru sürüklendiğimi fark ettiğimde artık çok geçti, ben bu adama fena halde aşık olmuştum. Umarım o da benim için aynı şeyleri hissediyordur yoksa vay halime.
Hayatımda ilk defa sabahın olmasını hiç istemedim. Bu anın hiç bitmemesini, zamanın tam da bu anda durmasını, böylece donakalmamızı diledim tanrıdan. Bizi mumyalasınlar istedim buraya. Sabah demek, gece görünen hayallerin sona ermesi ve gerçeklerin gün yüzüne çıkması demekti. Gün ışığından hiçbir şey gizlenemiyordu ve acı gerçeklerle yüzleşmek beni tedirgin ediyordu. Ben bunları düşünürken, horozlar sabahın gelişini felaket telalı gibi müjdeliyorlardı ve içime bir ürperme doğuruyorlardı. Her an, kollarında cenneti bulduğum erkeğimden ayırabilirdi beni bu gün ışığı ve aydınlık yok edebilirdi tüm masum hayallerimi.

Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal anlar’

Rebeka'nın Gözünden

Yarıldı bulutlar, güneş göz kırparak ufaldı, 3 dakikadan daha az zamanda denizle göğün kesiştiği mevkiden kayboldu. başka diyarları aydınlatmak için şimdilik bu diyara veda etti.
Gökyüzünün pembelikten turanja daha sonra da sırasıyla eflatun, lacivert ve karanlığın elli tonuna geçiş yapması sonunda gecemiz başlamış oldu.
Teknenin motorundan gelen ses kesilince, onun nefesini daha derinden hissetmeye başladım. Nefesinin sesinde bir titreme vardı, bu heyecanının ne kadar aşırı olduğunu gösteriyordu. Aslında ben bir yabancı iken, o daha fazla yabancılık çekiyordu kendi evinde. Ben ondan daha rahattım açıkçası, buraya gelme kararımı bile oldukça sakin ve yerinde verilmiş bir karar olarak buldum. Yayıldıkça yayıldım evin her köşesine, o andan itibaren ev benimdi sanki, adeta sihirli bir güçle ele geçirmiştim burayı. Öyle de güzel ve şirin bir evdi ki, gören herkes bu ev kendisinin olmasını isterdi mutlaka. O ise böyle bir eve sahip olmasını umursamıyordu, bütün derdi benimle beraber geçirebileceği bir geceydi. Bu gece için bu evini bile kayıtsızca satabilirdi. Onun bu acizliğine acıdım desem yeridir, yine de çok tatlı görünüyordu gözüme, sırf bu tatlılığı yüzünden onunla sevişebilirdim.
Adamın her geçen dakika karşımda sarhoş olmaya başlaması beni endişelendirse de, bu durumun onun stresini azaltmaya ve heyecanını yatıştırmaya katkısı olduğundan müdahale etmiyordum daha da içmesine. Belki de şarap yerine votka içmesi neden olmuştu bu duruma. Bu ezber bozuş sendelemişti onu, çarpılmıştı çabucak.
İlk bardağı ondan önce bitirmiş olmamı baya bi kafasına takmış, içerlemişti. Sonraki 4 bardağı da benden önce bitirerek erkeklik gururunu kurtarmaya çalıştı aklınca. Bense onun bu halini sevecenlikle izlemeye devam ettim. Gittikçe sersemleşiyor, daha bi şapşallaşıyordu karşımda ama bi o kadar da tatlılaşıyor, dayanılmaz derecede sevişme iç güdümü tetikliyor, an be an tahrik ediyordu beni.. Bir erkeği karşımda böylesine teslim olmuş şekilde çok nadir görürdüm, belki de bir ilkti bu. Aslında cesaret konusunda ne kadar atıp tutsalar da içlerinde hep bi ana kuzusu barındırırlardı. Bu ana kuzusu adamları çok tatlı buluyorum nedense, bana çok doğal geliyorlar, genelde kimseye göstermedikleri, bilinç altlarındaki en gerçek halleri bunlardı oysa. Böylesine masum bir erkekle sevişmek, tadından yenmezdi şimdi.
Onu elinden tuttum ve masadan kaldırdım, sendeleyen bedenini ayakta tutabilmek için kolunun altına girdim ve yatağına kadar taşıdım. Ancak yatağına yatırırken ondan kurtulamadım, beraber yuvarlandık bazanın üstüne. Bu yuvarlanış, sabaha kadar sürecek ateşli bir gece yarısının kıvılcımı olmuştu adeta.
Öpüşmeye ve üzerimizdekileri parçalarcasına çıkarmaya başladık. Henüz biraz önce yarı ölü gibi yatağa zor getirdiğim adam, bir anda kaplana dönüşmüş, beni altına almış ve bütün arzuları şaha kalkmış şekilde geziniyordu bedenimde..

Halikarnas Şarapçısı
'şaraplı geceler'

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Rebeka, Votka, Limon

Gece diskoya gitmeyi isteyen Rebeka'yı, bu planından caydırmayı başarmıştım ve beraber Güvercinliğe, benim şirin mi şirin, tatlı mı tatlı, içine girildiğinde insana huzur veren şaraphane görünümlü evceğizime gelmiştik.
Evim her an beklenmeyen bir konuğun gelebilme ihtimaline karşı derli topluydu bulunuyordu. önceleri buna hiç dikkat etmezdim ama burada bu konuya çok önem vermeye başladım nedense. Evden çıkmadan evvel kabataslak her yeri kontrol ediyordum, eksik gedik bişeyler var mı diye.
Ev işlerinde beceremediğim bi tek ütü kaldı, mesela hala gömlek ve tişörtlerimi ütüleyemiyorum hala. Bu konuda bi kadına ihtiyacım var sanırım. Sırf bu yüzden evlenmeyi düşünebilir insan. Garip bir evlenme sebebi değil mi? Bence bir çok insanın evlenme sebebinden daha mantıklıca.
Her neyse, konuyu dağıtmadan Rebeka'ya döneyim. Kendisi tipik kadın psikolojisine sahip olduğu için, (dünyanın neresine giderseniz gidin kadınlar hep böyledir) beklemeye ve ilgisizliğe tahammül edemezler. Hatta bunu bir onur ve gurur meselesi haline getirmeyi başarırlar her seferinde. Bir süre sonra bu triplerinin yersiz olduğunu anlayıp kendileri de sıkılırlar ama bi kere poza girmişlerdir, o flaş patlamadan bozmazlar pozlarını. Neyse, biz de basalım deklanşöre de daha fazla kasılıp kalmasınlar öyle.
Rebeka'ya "ne içersin?" diye sorduğumda, sanki daha önce bu soruyu soracağımı biliyormuş gibi hiç düşünmeden "votka" dedi. "Şarap içmez misin?" diye değiştirdim sorumu, maniplasyon moduna geçtim, çünkü ben pek votka sevmezdim ve başbaşa içtiğim bir ortamda karşımdaki insanın da benim zevklerime uyması beni olduğundan fazla memnun ederdi.
Ama Rebeka, Lola gibi, "tamam olur" ya da "farketmez" demiyordu, kararlıydı, ille de votka içecekti o. Onun bu kararlılığı beni fena etkilemiş olacak ki, çok hoşuma gitti bu tutumu.
Hayatım boyunca, kendi kararlarını kendi verebilen ve mümkün mertebe erkeğini yönlendirebilen kadınlardan yana olmuşumdur. Deyiş yerindeyse, "ben bilmem beyim bilir" diyen kezbanları, ne kadar güzel olsalar dahi, hep itici ve değersiz bulmuşumdur.
Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla, Rebeka, disko muhabbeti dışında kendi istekleri konusunda ısrarcıydı. Aslında buraya gelme konusundaki kararını da kendi vermiş olmalı desem yalan olmazdı heralde. Zira çok ısrar etmemiştim, hatta bir sefer teklif etmem yetmişti onun buraya gelmek istemesine. Değişiklik, insanlara her zaman cazip gelir, Rebeka da bu cazibeye kapılmıştı büyük ihtimalle.
Ona istediği votkayı verdim, balkona çıkıp limon ağacını görünce, dalından sıkılma limon suyunu votkasına katmak istedi, oysa bu benim aklıma daha önce neden gelmemişti?
Ben de bu tadı denemek istedim. Elimdeki şarabın mantarını açmaktan vazgeçip, şişeyi bir kenara koydum. Onu bu akşam votka-limon ile aldatacaktım.
Yıllar önce pazardan satın alınma ihtimali çok yüksek olan ve belki de antika değeri olabilecek plastik bir meyve sıkacağı ile Rebeka'nın dalından kopardığı limonları ikiye bölüp sıktık. Üçte birini votka ile doldurduğumuz uzun ince bardakların geri kalan kısmını taze sıkılmış limon suyumuz ile tamamladık. Limon parçacıkları votkanın içinde kurtçuk gibi kıpırdanırken bardaklarımızı kaldırıp birbirine vurduk, çınnn..
Ben bir yudum almışken, onun bardağı fondip yapması karşısında mahcubiyetimle karışık şaşkınlığımı gizleyemedim. O da bu şaşkın suratıma ağzını kocaman açarak ve can-ı içinden gelen yüksek desibel sesi ile güldü. Bu ezikiliğimi geçiştirmek için ben de diktim bardağı kafama ve suya yanmış ameleler gibi yudumlamaya başladım votkayı. Midemin nasıl yandığını anlatmaya gerek yok sanırım, alkol ve limon asidinin karışımıydı söz konusu olan.


Halikarnas Şarapçısı

Bikaçgün önce Bodrum yakınlarında..

12 Mayıs 2013 Pazar

Halo Rebeka!



İlk bakışta onu bir rus sanabilirsiniz, önümden süzülerek geçtiğinde ben de öyle sanmıştım. O anda dünyanın en pahalı şarabı mı yoksa bu kız mı? diye sorsalar, tereddüt bile etmeden bu kız derdim. Öyle bir bakışta sarhoş edici etkisi vardı. Böyle kızların şaraptan daha kötü baş ağrısı yaptığını da hesaba katmıyordum ayrıca.
Her neyse, aşırı bir özgüven patlamasının cesareti ile yaklaştım kıza, tipik türk misafirperverliği ile muhabbete girdim, gülümseyerek. Bu arada artık dişlerimi göstermeyi ihmal etmiyordum gülümserken, çünkü aksinin sahte bi etki uyandırdığını öğrenmiştim. Her ne kadar dişlerim mükemmel olmasa da hissettiklerimin mükemmel şeyler olduğunu gösterebiliyordum artık.
Neyse lafı fazla dolandırmayayım, her türk önyargısıyla, dünyanın her yerinde rus denebilecek bu Barbie bebek kılıklı hatun, gerçekte Macar bi babanın Hırvat bi anneyle olan ilişkisinden meydana gelen, balkan melezi bir yavruydu.
Halihazırdaki bilinmezliğiyle tüm çekici büyüsünü üzerinde barındırıyordu. Keşfedilmeye hazır tropik bir adaydı sanki okyanus ortasında biyerde. Onu keşfe çıkacak bir denizci gibi hissettim kendimi. Tekneme atladım, yelkenler fora.
Nedense böylesine insan üstü güzellikler karşısında engel olmadığım bir zaafım vardı. Teknemin halatı, özenle atılmış denizci düğümü, kendiliğinden çözülüveriyordu bu durumlarda ve azgın dalgaların eşliğinde sürüklemeye başlıyordu beni rüzgar. Bu sürükleniş bana Lola’nın varlığını bile unutturmuştu hemen.
İyi bir arkadaş olma yolunda ilerliyorduk, çünkü bu sefer, en azından onun adına konuşmak gerekirse sevişmeyi düşünmemiştik. Beni ise ona doğru çeken, doğanın en büyük yasası olan üreme içgüdüsü hala pimi çekilmemiş bir bomba gibi bekliyordu içimde.
Bodrum’un en güzel manzarasının bulunduğu değirmenlere götürdüm onu. Eline de kız birası olan miller’dan tutuşturdum ve ben de erkek birası olan efes’i aldım elime, şişelerimizi tokuştururken sanki kahvaltıda yumurta tokuşturuyormuşuz hırsını sezdim Rebeka’da. Biralarımızı iki yanı koy olan bükte, güneşin batışı eşliğinde yudumlarken ben, Rebeka’nın doğal pembe dudaklarına yapışmamak için dişlerimi sıkıyordum. O ise kendi yüzünü göremediği için hala manzaya hayran olmakla meşguldü.

Halikarnas Şarapçısı
11.05.13/Bodrum

9 Mayıs 2013 Perşembe

Elveda Lola

Tüm yanılsamaların ardından sadece tensel bir mecrada dolanan ilişkimizden sıkılmıştım. Halbuki o çok eğleniyor görünüyordu. Onun bu tek taraflı memnuniyeti beni çileden çıkartıyordu. Nasıl bir bencillikti bu? Bir insan eğleniyorken karşısındakinin duygularını neden anlamaya çalışmazdı ki, hele de onunla sevişiyorsa. Aramızda bir garipliğin olmasını anlamaması onun adına talihsizlikti.
Sabahki ereksiyonun sebep olduğu son sevişmemizin ardından apar topar evden çıkarttım onu. Başka türlü hiç gitmeye niyeti yoktu çünkü, hani kal desem kalacaktı. Ben işten dönünceye kadar evi silip süpürecek sonra da yemek hazırlayıp beni bekleyecek potansiyeli gördüm gözlerinde. Ağzımdan çıkacak bir sözüme odaklanmış, gözlerimin içine bakıyordu. Çıkar ağzındaki baklayı, hadi dökül diyordu sanki. Oysa o bakla bi çıksa ağzımdan, neler olabileceğini zaten anlatmıştım sizlere.
Yola çıkıp minibüse bindik. Lola’nın yüzünde bir durgunluk hakimdi. Yol boyunca hiç konuşmadık, olacakların farkındaydı sanırım. Kafasını bir kez olsun pencereden bana doğru çevirip bakmadı bile yüzüme. Denizi, ağaçları, otelleri izleyerek sessiz sedasız Bodrum merkeze geldik.
Onu oteline bırakmayı teklif ettim, kabul etmedi. Nezaketen ısrar edecek oldum ama gözlerindeki nefreti görmem bu ısrarımın daha fazla sürgit yapmaya elverişli olmadığını anlattı bana. Zaten biran evvel ondan kurtulmak istiyordum, yanımda hatta sırtımda koskocaman bir yük ile dolaşıyordum sanki. Ah şu duygular..
Hiç sarılmadık, ellerimiz ellerimize bile değmedi, tokalaşmadık ayrılırken. Göz ucuyla birbirimizi ittik sanki mıknatıstan kopan iki parça gibi. Bir daha da birleşmemiz söz konusu değildi. Meçhul karanlık ebediyete doğru uzaklaştık, uzaklaştıkça ben rahatladım, sanıyorum o benim kadar şanslı değildi, içindeki acıyı tahmin edebiliyordum. Bunu daha önce defalarca yaşamış ve de yaşatmıştım, hatırı sayılır bir tecrübeye sahiptim bu konuda..

Halikarnas Şarapçısı

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Lola'nın Bilmediği Gerçekler ve Şeytan Tüyü



Lola, deniz kıyısındaki şirin evimi çok beğendi. Buradaki anormal şekilde geçirdiğim yaşantımdan bir hayli etkilendiğini söyledi. Bu arada ilk tanıştığımızda bana oynadığı oyununu anlattı. Lola, çok iyi hatta benden bile daha iyi İngilizce konuşuyordu. Neden bilmiyormuş gibi davrandığını açıklaması, çok zeki bir kadın olduğu izlenimi yarattı. Erkeklerin kadınlara ve Türklerin yabancılara karşı olan ilgilenme zaaflarını kullanmıştı. Hale bakın ki, Türk bir erkeğin, yabancı bir kadına olan ilgilenmesi herhalde tam isabet olmuştu. Bu karşı koyulmaz iki zaafın oluşturduğu güçlü arzu, tutkuya dönüşüvermiş, beyaz köpüklü turkuaz dalgaların içinde sürüklenip gitmiştim. O da bu çaresizliğimden istifade edip beni cinselliğine ve güzelliğine hapsetmişti dişi tarantulalar gibi, namı diğer karadullar. Tıpkı onların tabiatında olduğu gibi, bu ilişkiden sonra Lola’nın beni zehriyle öldürerek yiyebileceğini düşündüm. Bu fantastik düşüncem bile çok hoşuma gitti o an.
Her neyse, İngilizce konuşarak, aramızdaki tek problem olan iletişim problemini de aşmış bulunuyorduk. Konuştukça zekasına olan hayranlığım daha da artıyor, bu hayranlığımı güzelliğine olan hayranlığımla birleştirince gözüme tanrısal, büyülü bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. Bu kadının önünde secde etmemek elde değildi, içimde ona tapınma iç güdüsü doğmuştu bi kere. Ona bayılıyordum, yüzüne baktıkça yüreğime şerbetler akıyor ve damarlarımdan tüm vücuduma yayılıyordu.
Sevişmeden önceki bu ihtirasın, sevişmeden sonra kaybolmaması, aksine artarak daha güçlü bir tutkuya dönüşmesi, ona tapacak derecede aşık olduğumun açıkça beyanıydı adeta.
Bir yanından deniz, bir yanında orman manzarası bulunun ve limon ağacının yeşil yaprakları, koyu kahve dalları ve sarı meyveleriyle hoş bir dekor oluşturduğu balkona çıktık. İki kişilik ahşap mini bir masa ve iki iskemle bulunuyordu, üzerinde de şamdan. Masaya oturduk, şamdanın üzerinde yarım kalan erimiş mumları yaktım, ortama aromalı mum kokusu yayılmaya başlarken, bir yandan da şişenin mantarını açmış, kadehlerimize rose şarabı dolduruyordum.
Bu egzotik anın tam ortasında, birbirimizin gözleri içinde kendi mutluluğumuzu izliyorduk. Birden bişeyler söylemeye yeltendi, işaret parmağımla dudaklarına dokunup onu susturdum. İçimdeki tüm şehveti ona anlatmak istiyordum ama söze nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum. Bu duraksamamdan yararlanarak konuşmak için bir hamle daha yaptı, bu kez durduramadım onu. İçinde ne varsa döküldü, bana olan hayranlığından tutun da, aşkın ta kendisinin benim olduğuma kadar sürüp gitti muhabbeti.
Onun bu acı itirafı, içimdeki aşkı yerle bir etmişti. Onu saniyeler içerisinde küçücük, karanlık bir insan silueti haline getirmişti karşımda. O anda, masadan devrilen kadehin yere düşüp dağılması gibi, ben de yere çakılmıştım ve paramparça olmuştu yüreğim. Az önce aşkımı itiraf etmeye hazırlandığım kadın karşısında buz kesilmiştim resmen. Onu bu kadar gözümde değersizleştiren şeyin ne olduğunu düşünmeye çalıştım. Kurşun yemiş bir insan gibi peltekleşmişti dilim. Öksürmeye başladım, ağzımdan kan gelir gibi, dudaklarımın yanından şarap akıyordu boynuma doğru.
Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Biraz evvel, onu Tanrıçalaştıran, ben değil miydim? Secde edip önünde kapanacak, sarhoşluğum geçene kadar kucağında ibadet edecek, ona tapıncak kişi ben değil miydim? Neydi şimdi bu hissettiklerim? Bu duygusal bozuklukta neyin nesiydi, bu kadarı da fazlaydı artık! Nasıl bu kadar hızlı bir başkalaşım geçirebilirdi duygular? Kendime ve duygulara hayretler ettim.
Bir yandan da içimde engelleyemediğim bir ego dışa vurdu kendini. Kısa süreli acayip bir özgüven patlaması yaşadım. “Bende de ne şeytan tüyü var arkadaş, kiminle yatsam bana aşık oluyor.”
Ben tutkunun ‘ulaşılmazlık’ olduğunu bir kez daha ispatladım o gece. Nasıl ki Tanrı’yı Tanrı yapan O’na ulaşılmazlık ise, aşkı da aşk yapan bu fenomendi.
Lola’nın benimle eğlenip, sonra beklenildiği şekilde beni terk edip gideceği düşüncesi, ona deliler gibi aşık olduğumu zannettirdi bana fakat bana olan aşk itirafı onu gözümde un ufak etti, küçülttü, değersizleştirdi, büyüsünü kaybetti. Ben onu etkilemeyi başarmıştım ya, artık o da cepteydi ya! Her ne kadar şimdi sokağa çıksa, onu gören yüzlerce erkeğin peşinden depar atarcasına koşacağına emin olsam da, onun beni seçmiş olduğunu bilmek ona olan ilgimi kaybettiriyordu. Yani ona oynayacağım içinde belirsizlik barındıran gizli küçük aşk oyunları sona ermişti. Benim de bir ilişkide en çok keyif aldığım durum bu oyunlardı.
Bunu bilmek gururumu okşasa da, kalbimde bir iticilik, bir tiksinti oluşturuyordu. Evet, biliyorum, normal bi durum değil bu bendeki, hatta böyle hissettiğimi bilse, o anda gülerek müthiş tatlılıkla gözlerimin içine bakmayı sürdürmezdi heralde. Muhtemelen, elindeki kadehi şerefsizliğime kaldırıp, içindeki şarabı suratıma boca ederdi, sonra tükürürdü yüzüme, iğrenerek bakardı bana. Bildiği bütün argo kelimeleri kullanarak, lisanı nezaketini bozmadan nefretini kusardı üstüme ve ardına bile bakmadan çıkar giderdi evimden.
Ben görmesem bile bilirdim ki, o gururu erinmiş gözlerinin her iki tarafından şelale gibi yaşlar süzülürdü yüzünden, çenesinin altından damlamaya başlardı. İki gözü iki kan çanağını andırırcasına yürür, burnunu çeke çeke tüm olanlara ve saflığından dolayı kendine lanetler okurdu.
Neyse ki henüz bu düşüncelerimden habersizdi ve tüm bu düşünceler dilimin altında bakla olarak kaldı. Çünkü hala bir çift lacivert masum göz, beni mutluluklar içerisinde seyrediyordu, kim bilir neler hayal ediyordu. Bu durumda kimseyi hayal kırıklığına uğratmak adetim değildir, istesem de yapamam böyle bir şeyi.
Lola karşımda oldukça mutlu ve güzel görünüyordu. Onu bu haliyle gören dünyanın bütün erkeklerinin ve hatta tüm lezbiyenlerinin ona aşık olmaktan başka çareleri kalmazdı. O ise tüm tatlılığıyla bana bakıyor, gülümsüyor, beni tahrik etmek için dudağını ısırıyor ve bir kez daha sevişmek için kur yapıyordu bana.


Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal anlar’

7 Mayıs 2013 Salı

LOLA

Tahmin ettiğim gibi marinada Lola ile karşılaştım. Bu karşılaşma gerçekten de iyi bir tesadüf olmuştu. Yoksa geçen seferki yaşananları beynimin bana oynadığı şizofren düşüncelerden oluşan bir yanılsama olduğunu zannedip duracaktım. Lola beni görünce kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Ben de ona aynı şekilde gülümsedim. Birbirimize tamamen yaklaşınca, ben elimi uzatmışken o elimi es geçip dudaklarını dudaklarıma götürdü, şaşaladım kaldım. Mermerden yapılmış bir heykel gibi donakaldım. Kalbim mi durmuştu yoksa zaman mı durmuştu belli değildi. İşaret parmağının ucuyla eğer göğsüme dokunup dürtmeseydi beni sonsuza kadar orada öylece kalabilirdim. Ben yeniden canlanınca el ele tutuşup azmakbaşı tarafına doğru yürüdük. Çat pat öğrendiği türkçe kelimelerle konuşmaya çalışıyordu. Bu jestinden etkilenmediğimi söylesem yalan olurdu. Onun bu tavrında zaten beni etkilemek için olduğunu anlamış ama çaktırmamıştım. Çok hoşuma gittiğini ona beden diliyle anlatmaya çalıştım, daha da anlamamış olma ihtimalini göz önünde bulundurarak dudaklarını öpmeye teşebbüs ettim ve öptüm tekrardan. Sanki geçen gün deliler gibi sevişen biz değilmişiz gibi bir yabancılık çekiyordum. Yine de içimde engelleyemediğim, bir türlü gem vuramadığım bir arzuyla onu sürekli öpmem dürtüsü beni itekleyip duruyordu. Bu ilk cüretimden sonra, biyere oturana, oturup güneşi batırana, bişeyler içip hava iyicene kararana kadar kaç kez daha onu öptüğümü hatırlamıyordum. Neresine denk gelirse onu öpüyordum. Dudağını, yanağını, elmacık kemiklerini, alnını, gözlerini, burnunu, tekrar dudaklarını, çenesini, kulak memesini, boynunu, saçlarını ve bir kez daha dudaklarını öpüyordum. Kendimi durduramıyordum, hep ama hep öpmek, hatta ısırıp yemek istiyordum bu tatlılığı bir vampir iştahıyla. Bu ne güçlü karşı koyulmaz bir içgüdüydü tanrım! Sevişmeden dinmeyecekti, bunu çok iyi biliyordum. İkinci içkilerimizi içtikten sonra ona bana gelmesini teklif ettim. Ne dediğimi tam anlamamış gibi baktı. Bunun üzerine tüm tiyatral yeteneğimi kullanarak, sanki sessiz sinema oynuyormuş gibi ona olan davetimi anlatmayı başardım. Anladığındaysa ağzını kocaman açarak gülmeye başladı. Dişleri bembeyaz ve çok tatlıydı. O kocaman açtığı ağzını öpmeden duramadım tabi ki. Bana otele gitmezse sorun olup olmayacağını ima etti. Sorun olmaz dedim, hatta otelini arayıp bu konuda bilgi verebileceğimi söyledim. Hatta hemen cep telefonumu çıkartıp ondan otelin kartvizitini istedim. Cüzdanından kartviziti çıkartıp bana uzattı, ben de numarayı aradım. Resepsiyona gereken açıklamayı zor da olsa yapabildikten sonra artık Lola’yı kolundan tutup kaldırdım. Kalkıp birlikte hesabı ödedikten sonra belime sarıldı. Ben de onun boynundan sarıldım. Saçlarını öpe öpe otogara doğru yürüdük. Güvercinlik'e gitmemize sadece bir minibüs mesafesi kadar yakındık artık..

Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal hikayeler serisi’

6 Mayıs 2013 Pazartesi

marinada yat fantazisi

İşten çıktım, marinaya doğru yürüdüm. Gümbet'in üstünden batan güneşi, yatların direkleri arasından izlemeyi seviyordum. "Nemesis" isimli yatın önünde duran banka oturdum ve gözlerimi ufuk çizgisine odakladım, öylece kaldım. Güneşin tepenin ardından kayboluş anını saniye saniye izledim. Geriye turuncu tonlardan sarıya çalan bir renk kaldı battığı yerde. Hava loşlaştı, deniz dinginleşti ve havadaki rüzgar gömleğimin düğmeleri arasından göğsüme girip okşamaya başladı beni.
Nerden geldiğini anlayamadığım bir kadın belirdi önümde. Şu aralar pek yaygın olan über mini şortu, açık yeşil askılısı ve ojeli parmaklarını sergilediği parmak arası terlikleriyle yanımdaki boşluğa oturuverdi. İlk Gözüme çarpan sağ ayak bileğindeki sarmaşığa benzeyen bir dövme olmuştu. Saliseler içerisinde tüm fiziğini süzmüş, afrodizyak kokusunu almıştım. Esmer uzun dalgalı saçları, etli dudakları, gözlüklerinden göremediğim gözleri, henüz yanmış olan pembe bacakları ve oldukça iri göğüsleri bana "seviş benimle" sinyalini veriyordu sürekli. Nefes alış-verişlerimde düzensizlik başlamıştı bile. Yan gözle onu süzmeye devam ederken bana yabancı dilde bişeyler sordu, ne dediğini anlamadım. Sanırım italyanca konuşuyordu. İngilizce biliyor musun? diye sordum, 'no' dedi. 'no' italyancada da hayır anlamaına geliyordu. Sonra o bana, "parlare italiano" diye sordu, bildiğim tek italyanca cümleydi bu. Bilmiyordum ama yine de "si" dedim, maksat muhabbet olsun. Gözlüğünü başına doğru kaldırdı, gözlerinin içi gülüyordu, italyanca biliyor olmama sevinmişti. Bu arada gözlüklerini çıkarınca o müthiş kadınsı güzelliğini farkedip büyülenmiştim. Monica Bellucci'yi andırıyordu yüzü. Hemen italyanca konuşmaya başladı, ben ne dediğini anlamıyordum ama içindeki enerjiyi rahatlıkla hissedebiliyordum. Bir süre italyanca bilmediğimi çaktırmadım, ona sürekli "parlare piano" diyordum ve de "bella, ti amo molto bene" diyordum. bildiğim bütün kelimeler bunlardan ibaretti. O ise bütün söylediklerime amansızca gülüyordu. Gülüşüne dayanamayıp, ona iyice yaklaştım ve ellerini tutmaya cüret ettim. Hiç şikayetçi olmadı. "ma, ti amo bella" dedim tekrar gözlerinin içine bakarak. Artık hiç bişey umrumda değildi o anda.
Elimi bırakmadan ayağa kalktı. Beni çekiştirerek, "vieni, vieni" diyordu. Nereye götürdüğünü merak etmeye kalmadan, karşımızdaki yata biniverdik. O andan sonra Nemesis'in içindeydik. Arka tarafından dolanıp, merdivenlerden bir kat aşağıya indik. Tesadüf müydü, hatun mu öyle ayarlamıştı bilmiyorum ama kimsecikler yoktu ortalıkta.
Kamara gibi biyere girdik, çok küçük bir yerdi burası. Tek kişilik bir ranza ve hemen yanında minibar bulunuyordu. Haşin bir erkeğin kadınlara davrandığı gibi beni sertçe yatağa doğru itti. Kapıyı kapattı ve üzerime atladı. Ne olduğunu anlayamamıştım, vücudumdaki kan basıncı damarlarımı patlatıyordu adeta. Kamaranın medivenlere bakan yuvarlak penceresi buğulanmıştı iyice. Elimi oraya attım istemsizce. O an, titanic filmindeki sahne aklıma geldi, tebessüm ettim. Sanki titanic yeniden çekiliyordu ve biz oynuyorduk bu sefer.
Hatunun iri ve diri göğüslerinin üzerine sarkan saçları beni bir kez daha tahrik etmiş olacak ki, bu sefer ben sarıldım incecik beline ve altıma alıverdim italyan kadını. Bu arada ismini hala bilmiyordum, sevişmenin ardından sorduğum ilk şey ismi oldu. 'name?', 'nome?', 'si', 'lola e si?', heralde senin ki ne demek istiyordu, 'ulaş' dedim. Komik bi şekilde telaffuz etti ismimi, 'üolaş' gibi bişey dedi ama çok tatlıyı bu söyleyişi, dudaklarına yapıştım hemen ve nefessizlikten boğulmasına ramak kalaya kadar öptüm onu. Bıraktığımda boğuluyor gibi bir hali vardı ama yüzü gülüyordu, demek ki memnun olmuştu bu hareketime.
Minibardan açıp içtiğimiz viskilerimizle, romantizmin doruklarından eteklerine doğru savruluyorduk. Ortak bir dile sahip olmadan nasıl da bu kadar üst düzey bir ilişki yaşıyabiliyorduk hala onun şaşkınlığı üzerindeydim. Bir süre bu şaşkınlığıma dalıp gittim. Lola bunu fark etmiş olacak ki, yine elimden tutup beni yataktan kaldırdı. Viski bardaklarından bir tanesi yere düşüp kırıldı, bu duruma sadece gülmekle yetindik, kırılan parçaları toplamadık bile.
Merdivenlerden hızla üst tarafa çıktık ve lola birden kendini denize attı. Artık nasıl bir kafa yaşıyorsam ben de onun arkasından uçtum denize. Denizin serin suları arasında bir kez daha seviştik onunla. Hayatımın en mükemmel anlarından birini yaşıyordum, rüya gibiydi resmen, hiç bitmesin istiyordum bu rüya.
Bu olaylardan yaklaşık birkaç saat sonrasıydı, kendimi otogarda, sanki hiç birşey olamış gibi güvercinlik aracının ön koltuğunda buldum. Nasıl bu kadar hayale karışabilirdi gerçekler. Bu nasıl bir kurgudur, ordan buraya nasıl geldim ben? Kendime tokat atıyordum, inanamıyordum bir saat öncesine kadar yaşananlara.
Araç hareket etmiş, güvercinliğe varmıştım ama hala Lola'nın etkisindeydim, sarhoştan da beter bir sersemlik vardı üzerimde. Eve zor attım kendimi. Sanki bulutların üzerinde kurulan bir hamakta yatıyordum o kadar masalsıydı her şey..


Halikarnas Şarapçısı
bodrum 05/13

üç şiirlik ömür

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Bodrum Lounge

Claude Monet'in "Gün Doğumu" tablosu gibi başlıyorum güne, ormanın ortasında minicik bir sahil köyünden çıkıyorum yola her sabah. Her gün Bodrum-Gümbet arasındaki tek yönlü ara sokaktan yürüyorum. Artık yol üzerindeki esnafla yüz aşinalığımız başlamıştı. Eskisi gibi kim bu yabancı gibilerinden bakmıyorlardı bana, hatta farkında olmadan selamlaşıyorduk baş ucumuzla.
Yol üzerinde bir sürü eczane vardı, bi de son bir haftadır kesiştiğimiz antika dükkanındaki hatun. Sanki her sabah kapıda dikilip benim geçişimi bekliyor, her akşam da makyajını tazeleyip aynı saatte güzergahıma çıkıp bana doğru yürüyordu. Geçen gün iş çıkışı, aynı şekil makyaj ve cafcaflı bir elbise giymiş karşıma çıktı, göz göze birbirimize doğru yürüyorduk, onu geçince bikaç adım sonra arkamı dönüp baktım ona, bunu beklemiyordu heralde, rotasını değiştirip arkamdan geliyormuş, baktığımı görünce ne yapacağını şaşırdı, beni de bi gülme tuttu. Hatunu rezil etmemek için yoluma devam ettim.
Sabahları otostop çektiğimde kimse durmazsa, akşamları da iş çıkışı eve dönerken mutlaka geçerim burdan, otogara kadar gider bu yol. Son bikaç gündür hep meyhanelerin olduğu sokağa sapıyorum otogara gitmekten vazcayıp. Bazen bi kadeh rakı, bazen de şarap içiyordum. Şevket abi icabına bakıyordu hesabın sağ olsun. Bazen de ben ona ısmarlıyordum, ne kadar ısrar etse de böylece mahcubiyet altında bırakmıyordum kendimi. Aslına bakarsanız yalnız adamın içkisi şaraptır, o yüzden şarabı daha çok tutuyordum ama şevket abiyle oldu mu muhabbetle rakı güzel gidiyordu.
Mazotumu aldıktan sonra, akşam güneşi henüz batmamışken marinaya doğru alıyordum voltamı. Dünya dillerinden bir kolaj sergisi geziyormuşum gibi oluyordu, bu yabancı fısıltılar hoş bi melodi oluşturuyordu kulağımda. Oradan mendireğe geçiyor, kale dibine oturup yatları seyre dalıyorum bir süre. Gustav Klimt'in çok ünlü "kiss" tablosunu geçiriyorum kafamdan. Eski sevgilimi andırıyordu ordaki kadın. Buranın da kapanmasına 5 dakika kala ordan çıkıp azmakbaşını ziyaret ediyorum. Sahildeki barların çekiciliğine kapılıp oturuveriyorum bitanesine. Halikarnas diskoya karşı bir bira içip akşam sefası yapıyorum gönlümce ve ordan da zengin kalkışı yapıyorum. Hava kararmaya başlıyor zaten, Güvercinliğe dönme vaktidir artık.
Minibüse son anda geç kaldım. Otogar çıkışı arkasından koştum, el salladım, ıslık çaldım ama durmadı. ben de bi sonrakini beklemek için bi banka oturdum. O arada cep müsveddesi yaptığım not defterimi çıkarıp karalamaya başladım. Kalem ve kağıdın birbirine değmesi, bana ateş ve barutun buluşmasındaki patlamaları andırıyordu her seferinde..

Halikarnas Şarapçısı
Bodrum 2013/05

'Şarapsal Hikayeler Serisi'


24 Nisan 2013 Çarşamba

Tek mi? Çift mi?

çocukluktan sadece uzun eşek oynarken hatrımda kalan bu sözler, yıllar sonra bana garipliklerle dolu anlar yaşatmaya başladı. daha dün annemizin kollarında saf saf yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında sap sap koşarken, şimdi birer birer birbirimizden kaçarcasına çift olmaya adadık kendimizi nedense? eski yaşamlarımızı, o saf ve sap arkadaşlarımızı yalnızlığına terk etmeye başladık zamanla. sonraları öğrendim ki buna büyümek deniyormuş, büyüyünce insanlar, çiftleşmeye başlıyorlarmış ve tek olan her şeyi siliyorlarmış hayatlarından.toplumumuza göre herkes çift olmalı, etrafındakiler de çifter çifter olmalıymış. teklik sadece allaha mahsusmuş. (buna da bi şekilde tanrıyı karıştırdılar ya neyse) bu arada acınılası çok insan gördüm fakat hiç biri, bi çiftin yanında entegre halinde dolaşan saptan daha fazla trajik görünmedi gözüme. şu an en saf ve en sap halimle onları ve olanları izliyorum uzaktan, acımaya devam ediyorum hala yanındakilere ve tabiki düşünmeye de. tıpkı, her gün sevişen bir insanla, her gün sevişmenin hayalini kuran bir insan arasındaki duygusal farklılıklar gibi. tek olmanın sınırsız keyfini çıkardım mesela. kafamdaki bütün fantazilerin gerçekleşebilme ihtimalinden hiç paniğe kapılmadım, birine yakalanabilir miyim, yakalanırsam hesap verebilir miyim, veremezsem tartışıp kavga edebilir miyim gibi sıkıntılarım olmadı hiç.
mesela bugün;
"dolmuşa bindim, kara gözlerine sürme çekmiş, acayip bir manita ile göz göze geldim henüz ilk saniyede. gözlerimiz ilk mesajı birbirimize vermişti bile. yanına oturmaya cesaret edemesem de hemen arkasındaki koltuğa oturmayı becermiştim. yüzü genç gösterse de elleri gerçek yaşını ele veriyordu. arkasına oturduğumu henüz fark etmediği için sağa ve sağ arka çapraz boşluklara kaçamak bakışlar atıyordu ama beni göremiyordu. bir yandan parmağındaki yüzüğü çeviriyordu, ya çıkarmaya çalışıyor ya da oynuyordu. koltukların arasındaki boşluktan onu izliyordum, aradan sızan nefesimi ensesinde hissetmesi onu izlediğimi belli etmiş olacak ki, yüzük parmağını avcunun içine aldı hemen. diğer elinin parmakları ile, sol kulağının üstüne düşen kahkülü ile oynamaya başladı iç güdüsel bir hareketle. bu da klasik oyalanma hareketi idi kadınların. ne kadar oyalansa da kulak memelerinin kırmızılığını çok rahat görebiliyordum, dudaklarıyla aynı renk olmuşlardı bi anda. bu durum bana da ayrı bir güç, ayrı bir şehvet kazandırmıştı. harekete geçmek için son bir hamlem kalmıştı ve o an şu soruyu soruyordum kendime 'acaba tek mi?.. çift mi?..' "

Halikarnas Şarapçısı
-şarapsal hikayeler serisi-
Bodrum-2013/04

23 Nisan 2013 Salı

Her Zaman Okuduğunuz Hürriyet'i Şimdi İzleyin

Hürriyet TV şimdi yayında.

Hürriyet TV’yi ziyaret edenler, aradıkları her şeyi artık tek tıkla seyredebilecekler. Hürriyet TV, zengin haber içeriğinin yanı sıra konusunda uzman isimlerle gerçekleştirdiği programlarla da dopdolu.

Hürriyet TV’de Berza Şimşek’ten günün mutlaka görülmesi gereken haberlerini izleyip usta gazeteci Sedat Ergin’den haftanın yorumunu alabilirsiniz. Üstelik gündemin özetini, Metehan Demir, 3 dakikada sizin için yorumluyor.

Burcunuzdaki yeni gelişmeleri merak ettiğinizde ise Susan Miller ile yıldızlara bakabilir, Sebla Kutsal ile dilediğiniz zaman, kültür ve sanat dünyasında keyifli bir yolculuğa çıkabilirsiniz.

Uğur Cebeci ise sivil havacılığın geldiği son noktayı size Kokpit’ten anlatıyor.

Magazinden spora, eğlenceden ekonomiye hepsi ve daha fazlası, sürekli güncellenen Hürriyet TV’de sizi bekliyor.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

12 Nisan 2013 Cuma

Mahremiyet Bölgesi

Yine neyi konuşmaya başladım ben bu gece kendi kendime, yine neyi düşünüyorum Allah aşkına.. Garibim, gerçekten çok garibim. Garipsiyorum kendimi, bu ben değilim, olamam ki zaten.. Nasıl bir ruh haline büründüm ki ben böyle.. Acaba yanlış mı anlıyorum kendi söylediklerimi diye düşünüyorum. Hayır, gayet te doğru anlıyorum, hem de daha önce hiç anlamadığım kadar. Bu içsel konuşmalarım, şüphesiz en gerçek hislerimin belirtisi. Ta kendisi hatta.. Yani kimseye söyleyemeyeceğim en saklı güdülerimi ve en yoğun dürtülerimi, kendi içime haykırıyorum. Hele bir de boşsa içim ne yankı yapar ne uğuldar bilir misiniz? Düşler, sanrılar, sıkıntılar ve debelenmeler hepsi diskoda dans eder gibi hoplayıp dururlar kalbimin boş kapakçıklarında.. Bir çıkış yolu olmalı, bir nefes alma sahası bulmalıyım kendime. Her yer duman altı, göz gözü görmüyor, başı dönüyor herkesin, peyderpey ilerliyorum loş ışıkların arasında. “Bunaldım ulan! Açın yolu!” diye bağırıcam ama o kadar yüksek ki gürültü ben bile duyamıyorum kendi sesimi. Bir el çıkıyor kalabalığın arasından, bana doğru uzatıldığı besbelli. Önce irkiliyorum, acaba kim bu hırsız mı? diyorum. “gel gel, takip et beni” işareti yapıyor. Çıkışa doğru gittiğini düşünüyorum, bana yardım etmeye çalışıyor galiba. Bir türlü yarıp geçemediğim hıncahınç bedenlerin arasında, tutuyorum elini can havliyle yüzünü bile görmediğim el sahibinin. Beni bir yere götürüyor ama neresi? o belli değil. Bir türlü çıkamadık gitti bu kafesin içinden, dön dolaş aynı yerin türevlerindeyiz. Çok mu uzak gittiğimiz bu yer? Nerede çıkış kapısı, çok sıkıldım artık yürümekten. Derken daha uzun, enlemesine geniş, kalın basamaklı ve dönerli bir merdiven çıkıyor karşımıza. Silindir sütunları gotik desenlerle süslenmiş, altın küpeştesi, mermer dekorlara ayrı bir heybet katmıştı. İvedilikle çıktığımız basamakların ruhen arındırıcı bir etkisi vardı. Son basamağın ardından saray kapısını andıran bir kapı belirdi önümüzde. Üzerinde hiyeroglif sembollerden oluşan bir yazı vardı, belki de gizemini kaybetmemek için böyle tasarlanmıştı. Tokmağından tutup ittirince kapı açıldı ve biz içeri girince kendiliğinden kapandı. Pencerenin önüne kadar geldik, elin sahibi boştaki diğer eliyle pencerenin pervazını indirdi ve her şeyin gri tonlarda göründüğü ortama kavuştuğumuzda nihayet bana doğru döndü. Siyah beyaz filmlerdeki gibi bir kadın duruyordu gözlerimin önünde ve adeta kedi gözü gibi fosforlu ışık çıkıyordu gözlerinden. Büyülüyordu, bütün uzuvlarımı zincire vuruyordu adeta, sanki köleleşiyordum, kımıldayamıyordum yerimden ve kendimi onun mahremiyetine teslim ediyordum istemsiz sadakatimle. Ulaş TUZAK