SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

31 Aralık 2010 Cuma

İKİBİNONBİR

Yıldönümü.. Reset atma zamanı yine.. Bembeyaz sayfa toz toprak içindeki deftere.. Halbuki kar yağması gerekirken sadece soğuğu var izmirde. Yazık ki yalanlarla dolu doğa bile. İnsanların sahte yaşamlarına şaşırmamak gerek, perde çekmekte haklılar birbirlerine. Merakla beklenen ikibinden bu yana tastamam on yıl geçti. Peki ikibinden bu yana ne değişti?
İkibinde liseye yeni başlamıştım, o zamanlar dünyam Bandırma’dan ibaretti, çok fazla bişey bilmiyordum o yüzden çok düşünmüyordum, bir anlamda mutluydum çünkü sadece hayal kurarak tatmin ediyordum kendimi. Öyle hiç peşinden koşulabilecek hayaller de değillerdi onlar. İmkansızdı benim için o zamanlar. Ne cep telefonum vardı ne de internet diye bişeyden haberim vardı. Cebimde bikaç kuruşum, kalbimde platonik bir kuşum vardı kanatlanıp uçamadık onunla da zaten. Neyse ki babamın bi sözü vardı Allahtan, bilgisayar almıştı bize..
Bu milenyum dalgasına pek takılmıştı ikibinde alırım demişti bikaç sene evvelinde.. Tek avuntum bilgisayarım olmuştu o sene. Çok merak ediyordum insanın bir bilgisayara sahip olması nasıl bir duygu diye, sonunda nasıl bişey olduğunu anlamam pek uzun sürmedi hemen alıştım, sanki yıllardır onunlaymışım gibi. Aynı şekilde lise hayatım da böyle başlamıştı, kafamda çok büyütmüştüm orta okuldayken ama pek bi farkı yokmuş nedense..
İkibiniki ortalarıydı, bigün platonik yaşamdan çıkıp gerçek hayata dahil olmayı denedim ancak henüz olgunlaşmamış olduğumu görüp bu fanteziden vazgeçmiştim..
Lise sonda ilk kez bir cep telefonuna sahip olmuştum, o duygunun da bendeki heyecanı pek uzun sürmedi ve ona da alıştım kısa sürede.. Üniversiteye gitme heyecanı sarmıştı sene ikibindört.. Hergün yeni bir hayal kuruyordum, hergün yeni bir plan yapıyordum kendimce. Yeni bir yaşantıya başlayacak olmanın tarif edilmez coşkusunun sarhoşluğu içerisinde geldim izmire.. İtiraf etmek gerekirse İzmir’e alışmam da pek uzun sürmedi.. İzmirli kızlar falan vardı hayallerimde, hızlı ve serseri yaşam tarzı, öyle heyecanlıyım ki gördüğüm her kızla tanışmak istiyorum.. Kısa süre sonra güzel bir kızla tanışıp takılmaya başladım. Tabi tahmin edeceğiniz gibi buna da alışıverdim hemen. Sonuç olarak ayrıldık, bu ayrılık ta bana her şeye bir zaman sonra alışılabileceğini bir kez daha kanıtladı. Yalnız ilk kez, hayatın böyle sürüp gidemeyeceğini, kendime çeki düzen vermem gerektiğini işte o zaman anladım, sene ikibinbeş..
Bir tiyatro merakıdır aldı yürüdü bende, tabi boş boş durulmaz değil mi? Oldum olası içimdeki sanatçı ruhu dışavurmaya çalışmıştım ancak bunun ilk adımını atmak burada nasip oldu.. Abimin sanat hayatına içten içe kıskançlık beslerdim. Sağ olsun Oğuz diye bir arkadaşım vardı üniversite hazırlık sınıfında, onun yaşantımda etkileri yadsınamaz derecede önemlidir. Hala odamın duvarında asılıdır o sene beraber çektiğimiz dokuz eylül hatırası.. O sene tiyatro şenliklerine beni götürmeseydi belki de içimdeki bu sevda hiçbir zaman tetiklenmeyecekti..
Günler ayları, aylar yılları kovalıyor, bende biraz biraz büyüyor, büyüdükçe olgunlaşıyordum sanki.. Artık öyle her şeye çar çabuk atılmıyor, bir heves uğruna tüketmemeye çalışıyordum duygularımı. Fakat hayatımda çok kritik kararlar vermem gereken durumlar boy göstermeye başlıyordu,. Tiyatro sevdası o kadar büyümüştü ki içimde, istatistik bölümünü bırakıp, konservatuar tiyatro bölümüne girmeye karar verdim sene ikibinaltı..
Bu kararı vermemin çok önemli bir sebebi vardı, bir türlü sıradanlaşmamıştı tiyatro, bu kez çok farklıydı. Sahip olduğum hiçbir şey beni bu kadar heyecanlandırmamıştı daha önce.. Alışamamıştım, yani diğer alışkanlıklarımdaki gibi sıkılmamıştım.. Balçova Belediyesinin Tiyatrosu ile ilk yarı-profesyonel oyunlarımı oynamaya başaldığımda sene ikibinyedi olmuştu. Fakat Mimar Sinan, İstanbul ve dokuz eylül’deki denemelirim sonuçsuz kalınca, tilki-kostümcü hikayesindeki hesap, istatistik bölümüne geri dönmüştüm sene ikibinsekiz.. Fakat içimdeki tiyatro hastalığı bir türlü geçmiyordu, bir şekilde bunu iyileştirmeliydim ya da bu uğuşturucuyu bir şekilde temin etmeliydim biyerlerden. Yine sağ olsun Mustafa diye bir arkadaşım haber verdi, yeni bir tiyatro ekibi kuruluyor alsancak’ta diye.. Orada tanıştığım arkadaşlarla Görünmez Tiyatro macerasına başladık. Ardından ilk kez kendi yazıp yönettiğimiz oyunu sergilemeyi başardık, adı ‘Bu Aşk Burada Biter’. Bu aşk burada biter dedik ama orada da bitmedi maalesef.. Ekibimizin dağılmasına rağmen Atilla yoldaşımla beraber ‘Euterpe Sanat’ hayatına en baştan bir başlangıç yaptık. Üstelik bu sefer kararlıydık, daha iyisini yapacak ve kısa sürede en iyi oalcaktık. İlk işimiz profesyonel olmaktı ve bunun için profesyonel oyun oynamaktı. Hayal ettik ve başardık. Yine çok sağ olsun Erk hocamın özverisi ile tiyatro hayatımın ilk profesyonel oyununu oynamayı başardım, adı ‘Köpek,Kadın,Erkek’ ve sene ikibindokuz.
İkibinon senesi tamamı ile ciddi geçti. Gerek okul hayatım, gerek iş hayatım, gerekse özel hayatım.. Sanki koskoca bir adam olduğumu sanmaya başladım. Ne çabuk ta büyümüştüm, korktum ve üst üste gelen sorumluluklardan sıkılmaya başladım tekrar. Biran önce bu durumdan kurtulmam gerekiyordu, aksi takdirde bayılacaktım bu yoğun ve stresli temponun içinde.. Tabi bu yoğun ve stresli duruma alışmam da beklenildiği gibi çok uzun sürmedi, alıştım. Bir süre sonra her şeyin kendi içerisinde bir yola girdiğini fark ettim ve akışına bırakmaya başladım. Tüm sorunlar zaman içerisinde kendiliğinden çözümlenmeye başlamıştı ve her geçen gün biraz daha rahatlıyor, nefes alıyordum.. Yine yeni bir şeyler öğrenmiştim, fazla kasmamak gerekmiş her şeyi..
Şimdi ikibinonun bu son gününde biraz endişeliyim çünkü ikibinonbire de kısa süre sonra alışıcam ve içimdeki bu heyecanı, bu coşku kırıntılarını bulmak için türlü türlü aksiyonlar yaratmaya çalışıcam.. Çok garip bir tesadüf, onbir yıl sonra tarih tekerrür ediyor yine, bu sene de tek avuntum, her ne kadar taksitleri ocak ikibinonbirde başlayacak olsa da sahip olduğum, şuan dizimin üzerindeki bu yazıyı yazmama vesile olan laptopum olacak sanırım..
Nice mutlu senelere ulaş..

Ulaş Tuzak

30 Aralık 2010 Perşembe

İkibinonbir’e Bir Kala..

Acısıyla, ekşisiyle, tuzlusuyla bir yılı daha geride bırakmış olacak olmanın yaklaşık bir gün önceki heyecan ve coşkusunu yaşamayı çok isterdim ama gel gör ki şu anda masamın üzerine yayılmış olan ve yarın önüme soru olarak çıkacak yazıtların bulunduğu notların görüntüsüne baktıkça sanki derbeder per perişan bir insanı andıran yüzümün yansımasını sol çaprazımdaki balkon kapısının penceresinden görebiliyorum.. Ah ne muhteşem bir sıkıntı var içimde. Herkes ihtişamlı bir eğlenceye hazırlanırken ben ve benim gibi insanlar sınavlarını verme acizliği içerisinde çırpınıp duruyorlar.. Çevremdeki o hareketlilik, mekanlardaki rezervasyonlar, fix menüler, party organizasyonları ve bilimum çılgınlık serüveni olayları içine sokulmak istenen sürüler.. Ne kadar da başı bozuk bir düzen.. Garip, çünkü gerçekten kimse ne yapmak istediğini bilmiyor ve etrafını gözlemleyerek birilerinin ardı sıra gitmeye karar veriyorlar. Asıl kanıksanması gereken de bu belki de, kendi kararını verebilmek..
Birazdan kendim için çok önemli bir karar vericem ve bütün bu kışkırtıcı, tahrik edici durumlara rağmen konsantre olup bu her tarafa yayma yaılmış notlarımı toplayıp bir düzene sokup çalışmaya başlıcam.. Kim bilir belki de şuan vermiş olduğum bu karar, ikibinonbirde benim için hayırlara vesile olur.. Doğruyu söylemek gerekirse, her sene bu zamanlarda geriye dönüp baktığımda gördüğüm en net fotoğraflar hep pişmanlıklar oluyor maalesef.. Nedense hiç mutlu ve güzel anlarımı hatırlayamıyorum, en azından pişmanlıklar kadar ortada sergilenmiyor bellek galerimde.. Hep kenar köşelere itilmişler bişekilde.. Ben mi öyle olsun istiyorum acaba? Kendime acı çektirmek hoşuma mı gidiyor, mazoşist miyim ben?
Bu sorular uzar gider, kendimi ve hayatı üzerinde bir nebze etkim bulunan kimseleri daha fazla bu sergilere götürmek istemiyorum artık. Seneye yine bu zamanlarda aynı şekilde dönüp baktığımda vay be ne güzel filmdi demeyi umut ediyorum. Aynı şekilde tüm insanlarla beraber oskara aday olacak bir filmde rol almayı canı gönülden temenni eder, insanlık adına tüm dostların güzel bir ikibinonbir macerası yaşamasını dilerim.

Ulaş Tuzak

24 Aralık 2010 Cuma

İçimdeki Coşku

Ey büyük yaratıcı,
Ey ulu Tanrım!
Sana o kadar sonsuz şükran borçluyum ki
Yazamam, anlatamam, gösteremem hiç bi şekilde
İçimdeki bu coşkunun nasıl senin eşsiz adaletinle dağıtıldığını..
Ey yüce varlık;
Lütfen hep benimle ol
Lütfen koru sana sığınan ve coşkusunu kaybetme korkusu yaşayan şu acizane kulunu..
Seni seviyorum, sana düşünerek, hissederek, görerek ve bilerek gönülden inanıyor ve de tapıyorum..
Senin hakimiyetinden başka bir hakimiyet kabul etmek mümkün değil..
Sen, seni yanlış bilen yanlış tanıyan toplumları uyar Ey yüce varlık..
Bu insanlara yardım et, onları kandıranların cezasını ver Ey ulu güç..
Sen ki, bu kainatı kuran ve idare edensin, herşeyi bilen, canlılığı veren de sensin
Ey bütün kalbimle sadece sana sarıldığım muhteşem hakimim,
Şükürler olsun yaşadığım her gün sana..

10 Aralık 2010 Cuma

RİSK

Yer altında kazma kürek çalışan; günlerce, haftalarca, aylarca gün ışığı görmeyen
bir gram değerli taş bulmak için ömrünü tüketen o masum insanlar; madenciler, sizlere büyük saygı duyuyorum..
ben de sizler gibi bir gram değer için çırpınıp duruyorum yer yüzünde,
geçireceğim bir anlık güzel zaman için günlerimi, haftalarımı ve aylarımı verebiliyorum tıpkı sizler gibi.. ve bunun ne kadar zor bir iş olduğunun farkındayım.. inanır mısınız yer altı kadar yer yüzü de çok riskli.. bu riskleri almadan ne yazık ki o saf, işlenmemiş halde doğada bulunan en değerli madenlere ulaşamıyoruz.. her şeyin bir karşılığı var maalesef, bu işin karşılığı da risk almak..

bir taraftan baktığımda da en büyük riskin, risk almamak olduğunu görebiliyorum, bunun için hiç olmazsa bir değer elde edebilmek için risk almaya değer diyorum..
hiçbir şeye bulaşmadan, karışmadan öylece beklemek ne kazandırır? Hiç bişey kazandırmadığı gibi üstüne zaman kaybettiriyor değil mi? Peki en değerli olgu ne hayatta? Zaman değil mi? Telafisi olmayan tek varlık zaman değil mi?
Zaman için risk almaya değmez mi? Pişmanlığımız hep geçmişe yönelik değil mi? Ahlarla vahlarla, keşkelerle geçirmiyor muyuz hayatımızın dönüm noktalarını.. en azından iyiki yapmışım demek için risk almaya değer..

Risk almak için fazla düşünmeye, hesap kitap yapmaya gerek yok.. sadece güçlü bir irade ve sağlam kararlılık yeter.. Kaybedeceklerini değil, kazanacakalarını düşünerek motive edebilirsin kendini.. Bir de şuan ki durumundan daha kötü olup olamayacağınla karşılaştır, kaybedeceğin çok önemli bir şey yoksa hiç düşünme risk al..
Düşünmek ve bir şeye karar vermeye çalışmak ta en büyük zaman kayıbıdır.. O yüzden en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.. Bir an önce karar ver ve bir şeyler yap.. zaten yapacağın her ne olursa olsun rizikodur, o yüzden korkma..

Kendimi nasıl da konsantre ediyorum farkında mısınız? Ben bunu hergün yapıyorum, her güne risk alarak başlıyorum.. belki şuana kadar büyük bişey kazanamadım ama büyük bişey de kaybetmedim.. en azından büyük bişey kazanma ihtimalim devam ediyor.. bu da beni yaşama daha umutlu bakmamı sağlıyor..
Hedefi her ıskaladığınızda onu vurma olasılığınız her seferinde artacaktır.. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın, çünkü normal dağılım diye bir şey var, ona güvenin.. Sürekli kaybedenler bile mutlaka bikere kazanırlar yeterki ısrarcı olsunlar, deneme sayısını artırsınlar..

O kadar maden, zaman ve riskten bahsettim ama ne anlatmak istedim diye düşünenler olabilir hala.. bir yapbozun parçaları olarak düşünün bunları, birleştirince ne çıkıyor sizce? Zamanı geç olmadan, hangi madeni elde etmek için risk almalıyız biz?

Ulaş Tuzak

7 Aralık 2010 Salı

Orijin

bir başlangıç noktası gerek bana, bir referans noktası, bir orijin..
bu yeryüzünde çizdiğim koordinatların bir anlamı olması için bir sıfır noktası gerek bana
neye göre, kime göre yaşadığımı bilmeliyim ona göre çizmeliyim yolumu..
kaybolduğumda geri dönebileceğim, baştan başlayabileceğim bir yer
ne geri, ne ileri, ne de aşağı yukarı sapmadan tam orta noktada
bir anlamda nötr de denebilir, her duruma her koşulda aynı cevabı verebilecek..
şimdi bütün hesaplamalarım bunun üzerine, analitik geometriye en başından başlıyorum
sıfıra sıfır derler literatürde orijine ve bir nokta belirlerler orijine göre
sonra noktalardan doğrular oluşur, o doğrularda üç boyutlu nesneleri oluşturur
o nesneler zaman içerisinde değişik haller alırlar ve şekilleri bize anlam katar..

anlamı ne peki benim hayatımın, yine şiddetli bir şekilde düşünmeye başladım?
mutlaka bir anlamı olmalı, bugüne kadar yaşadıklarım bir şeyler anlatmalı bana
onun için de biri referans alınmalı, ona göre değerlendirilmeli hepsi
ben yaşadıklarımı kime göre değerlendiricem, kime sorucam?
küçükken anne babamızdı bize yol gösteren, bizi koruyup kollayan
her başımız sıkıştığında onlara koşar, onlara anlatırdık derdimizi
onlardan yardım isterdik, onlar çözerlerdi bütün sorunlarımızı
yada onlar yönlendirirdi bizim gelecekteki çizgimizi..
ya şimdi büyüyünce kim olucak rehberimiz?
hayatımızın ikinci dönemi, onlarsız devam edecek tabiki
artık biz onların başlangıç noktası olucaz,
çünkü onlar da bizim gibi yeni bir döneme başlıyorlar..

tek başına bir noktayım şuan orijini olmayan
belki zaman zaman yine orijinsiz noktalarla birleşip
yönü belli olmayan doğrular çiziyorum
bu doğrular da yine anlamsız şekiller ortaya çıkarıyor
ve yine anlamsızlaşıyor hayat, anlamsızlaştıkça anlamsızlaştırıyor herşeyi..
bulmalıyım orijinimi, bulmalıyım biran önce
yoksa içinden çıkamayacağım anlamsız bir şekilin gereksiz bir parçası olucam
endişeleniyorum, zaman hızla ilerliyor ve benim için daralıyor
bu durumu göz göre göre yaşamak ta iyice daraltıyor koordinatlarımı
sıfırla bir arasına kadar daraldım, herşey olasılıklarda tanımlı
her an göz kararıyla yaşamak hataları artırıyor
risk çok fazla ve benden çok şey alıp götürüyor..

bariz bir şekilde bilinçsizce çabalıyorum bu rizikodan çıkmak için
en azından normal yaşama geri dönmeliyim tıpkı normal insanlar gibi
artı eksi 3 e kadar genişletmeliyim, bu aralık bile yeter şimdilik nefes almama
dağılacaksam da standart normal dağılayım, ne gerek var şimdi binoma poissona..

Ulaş Tuzak

1 Aralık 2010 Çarşamba

Anlatmak gerek..

İçindekileri dökmek, paylaşmak gerek
Ne düşündüğünü söylemek, çekinmeden
Utanmadan, sıkılmadan olduğu gibi bazen
Ağzına geldiği, elinin yazdığı gibi tıpkı
Boş ta olsa anlatmak gerek..

Dertleşmek öyle rahatlatır ki
İçindekileri dışa vura vura kırarsın
Seni bağlayan kör talihi belki..

Anlatmak gerek, dinleyen birini bulup
Bir insan ya da bir kuş, bir köpek
Bazen saksıda bir çiçek ya da ılık bir rüzgar
Bazen börtü böceğe seslenmelisin fısıldayarak
Denize açılmalısın bazen de
O en iyi sır tutandır dalgaların arasında
Güvenmelisin doğaya ve anlatmalısın doya doya..

Ulaş Tuzak