SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

31 Aralık 2013 Salı

Panorama 2013

18 Ocak’tı sivile ilk adımı mı tekrar attığımda, hayat benim için kaldığı yerden tekrar başlıyordu, damarlarımın içinde “Allah Allah” nidalarıyla coşan bir selin vardı. Bir taraftan yapacaklarım, diğer taraftan önceliklerim, ayrıca özlemişliklerim de vardı kafamda karman çorman dönüp duran, yani diyeceğim o ki; her şekilde garabet bir hal içerisindeydim 2013’e başladığım zaman..
Birkaç gün; abartı yok, hakikaten üç yada beş gün kalabilmiştim Bandırma’da, annemi, babamı görmüştüm ya artık bi işim kalmamıştı orada, şimdi yeni maceralara atılma zamanı, deyip takılmıştım abimlerin peşine canım sevgilim İzmir’e..
Abimlerin şubat tatillerini geçirecekleri İzmir’de ben de hasret giderecektim, varır varmaz çantamı kuzene attığım gibi dışarı fırladım. Seyrelmiş arkadaşlarla buluşup beyhude laflarla vakit doldurduktan sonra asıl aradığım yerin burası olmadığını anladım. Benim artık böyle ortamlarda vakit geçirecek yaşta olmadığımı, karakterimin bir üst seviyeye zıpladığını henüz orada farkına vardım. Geç kalınmış sayılmazdı, yine de acele etmekte fayda vardı ve gün sayarak geçirdiğim bir hafta sonunda İzmir’e, “kim bilir bir daha ne zaman gelirim?” iç sorusuyla felaket yağmurlu bir havada veda ederek yine abimlere eskort olup İstanbul’a yol aldım..
İstanbul’da o ilk tatlı duygularla ve aceleci olmayan coşkuyla, keyfini çıkara çıkara geçirdim bir haftayı. Telaşımı unutmuş, panik havasını kovmuştum içimden. Geçici bir rahatlama nüfuz etmişti içime nedense. Neyse ki ikinci hafta işin sandığımdan daha ciddi olduğunu anladım ve iş görüşmelerine daha bir hız verdim. Haldır yoldur olmasa da mümkün olan her çağrıyı değerlendirmeye çalıştım ve o hafta 5 farklı semtte 7-8 iş görüşmesi yaptım. Nasıl bir tempo yarattığıma kendim de şaşırıyordum; o kadar istekliydim ki, vücuduma öyle bir çalışma şevki gelmişti ki, hayatımın o anına kadar böylesine bir hırsla çalışma azmine sahip olmamıştım hiç. Kendimdeki bu dinamizm acayip hoşuma gidiyor, beni bu acımasız şehre karşı daha da yüreklendiriyordu. Fakat ikinci hafta da koşuşturmalı uğraşlarım bu inanılmaz tempoya rağmen sonuçsuz kalmıştı, elde yine sıfır vardı. Üçüncü ve kendime verdiğim son hafta da sınırları zorlayan bir aksiyon içerisine girip; Beyoğlu’ndan Şişli’ye, Beşiktaş’tan Üsküdar’a, Kadıköy’den Bakırköy’e, Aksaray’dan Tophane’ye kadar karış karış dolaştığım ve 15’in üzerinde iş görüşmesi yaptığım halde, (buna Şirinevler’de bir böcek ilaçlama firması da dahildir), gazetelerde ve internet sitelerindeki ilanların, görüşmede teklif edilen işle uzaktan yakından alakası olmayan konularda ve konumlarda çıkması ve beni hayal kırıklığına uğratması sonucu, son çare olarak isteksizce başvurduğum banka sınavlarının da mülakat aşamalarında referans (yani öz Türkçesiyle “torpil”) da referans diye diretmesinden neticesiz kalması ve o şekilde İstanbul maceramın hiç hesapta olmayan bir şekilde erkenden tamamlanması, bana kaderimin oyunlarından biri oldu halbuki.
Her başarısızlığın ardından insanların geneline bir umutsuzluk çöker, oysaki benim içimi daha başka umutlar kaplıyor, aklıma daha başka planlar geliyor, üzerimden esen rüzgarlar beni daha başka mecralara doğru savuruyordu..
İstanbul’a vedam şahane olmuştu; Çırağan Sarayı’nın heybetli mermer sütunları ve görkemli altın avizeleri arasında gece yarısına kadar isimlerini bilmediğim ve yüzlerini hatırlamadığım kişilerle Tango tutkusuyla dans etmiştim..
Ertesi gün siyah sırt çantamın içine tıkıştırdığım bilgisayarım ve bikaç iç çamaşırı ile otogarın yolunu tuttum. Bu kez istikamet Türkiye’nin en güneyi ve en batısı; Bodrum oluyordu..
Kendime göre sıradan bir iş bulup, maddi anlamda yaşamımı kendi kendime idame edebilecek şekilde yaşayacak ve bıkmadan usanmadan yazacaktım, yazmaktı asıl amacım, yazmaya gelmiştim Bodrum’a, huzurlu ve sakin bir kafayla, kafamın içinde kanserleşen düşünceleri yazıya dökerek rahatlayacaktım, tedavi olacaktım bir anlamda. Böylece yıllardır iç geçirdiğim ilk romanımı yazmış olup edebiyat dünyasına da merhaba diyebilecektim..
Tam da istediğim gibi küçük bi kitap dükkanında iş buldum, hem kitap okuyarak mesai dolduruyor hem de eve gelip gün boyu yoğunlaşmış olan düşüncelerimi yağdırıyordum bilgisayarıma. Geçmiş yıllara nazaran çok iyi gidiyordu yazın hayatım, rayına oturtmuş, her gün düzenli olarak yazıyordum. İlk defa kendimi bir yazar ilan etme noktasına kadar geldim. Gerçek hayattan kendimi iyice soyutladım, günlerim monotonlaştı, evle iş arası mekik dokuyup, şarapla şiir arası oya yapmaya başladım.. Günler ise monoton olmasına rağmen su gibi akıyordu çünkü hayat çok hızlıydı yaz mevsiminde Bodrum’da..
Romanımı tamamladıktan sonra adeta Nobel ödülü almış bir yazar edasına bürünmek istiyor, üzerine saatlerce sohbet etmek ve kendimle övünme rekorları kırmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum ama her seferinde bir yerde konu kitabımdan açılınca mahcup oluyor, pek fazla konuşmak istemiyordum. Bu içsel megalomanlığım, ağzımdan çıkabilecek en ufak egosantrik cümleyle kendini baş göstereceği ve karşımdakini kendime karşı olumsuz şekilde etkileyebileceği düşüncesiyle, boğazımın boğumlarında imha ediliyordu. Böylelikle içsel devinimimi bastırmak için daha çok şarap içtim ve daha çok sıkıntıyı harmanlayıp “hatırı müdafaa yoktur, satırı müdafaa vardır” düşüncesiyle satırlara çevirdim.. : ) ) )
Haziran Temmuz’u, Temmuz Ağustos’u TOMA’larla kovaladı; Her yer Taksim oldu, her yerde direndik ama iş döndü dolaştı sonunda yine aşka geldik. Hiç hesapta olmayan bir kızla tanıştım, hem de öyle bir tanıştım ki, şimdi bile yazamıyorum ayrıntılarını, belki daha sonra onun için apayrı bir yazı yazıcam, çünkü çok özel hem de çok güzel birisi “O”. Nazar değdirmemek için tüm gözlerden ırak yaşıyoruz onunla, herkesten kaçıyoruz, ıssız ve mutluyuz biz..
En nihayetinde, her şeyin olduğu gibi Bodrum’daki günlerimin de miadı doldu ya da ben öyle istedim ve demir almak günü geldi marinadan. Bu kez meçhule değil, aksine çok bilindik bi yere giden gemi kalkıcaktı limandan; rotamız Egenin incisi, Türkiye’nin en güzel şehri İzmirdi artık..
Merhaba İzmir, seni yeniden görebilmek, yeniden seninle olabilmek ne müthiş bir duygu.. üstelik sende aşkı yaşamak da ne ala.. Sevgilimin elinden tutup da yeniden yürüyebilmek, rüzgarda savrulan ipekleri izleyebilmek, deniz kokan koynuna buselerden kolye dizmek ve martılara simit atar gibi neşe saçmak etrafındaki insanlara..
Yedi aydır iyice tembelliğe ve miskinliğe alışmış birinin, tekrar İzmir gibi coşkun bi şehrin hareketli ortamına dönmesi, kendine getiriyordu insanı. Benzini bitmiş bir aracın deposunu fulllemek gibiydi İzmir’den ayrılanın İzmir’e geri dönmesi, bir atı şaha kaldıran nedendi İzmir’de bir insanın coşması, içini dizginleyemeyen sebepler sayılamayacak kadar çoktu..
Bir sırat köprüsü niteliğindeydi benim için 2013, bir sınavdı ve ben o sınavı fena sayılamayacak şekilde geçtim, herhalde geçtim ki mutluyum.. Bu mutluluğumun sebebi kesinlikle tek başına İzmir değildi, en başta beni İzmir’e sürükleyen başlıca neden, temel kaynağım, arzularımın pınarı olan kadınımın ta kendisiydi, yani “O”ydu..
2013’ün bu son gününde, içimde yeni yıl namına temenniler oluşmuyor değil hani. Bu iyi bi şey değil aslında biliyorum, insanın kendisini olur olmaz beklentiler içine sokması bir risk ve bu riski almaya gözüm kesmiyor artık, çünkü kazancım çok büyük ve kaybetmeye de pek niyetim yok açıkçası..
Son sözüm 2014 için ve belki de tek temennim bu; seneye bugün bana daha da güzel bir yazı yazdırmasını diliyorum, içinde hala “O” ve İzmir olan..

Ulaş TUZAK

19 Aralık 2013 Perşembe

Kadının Evi

Bir erkek gözüyle dünyaya hep genel bakmışımdır, bunu hayatın sade yönünden zevk almaya yoruyorum aksi halde basit yaşamak ya da basit olmak gibi bayağı yorumlara vesile yaratmak için değil, öyle olmaktan kati suretle çekinmişim, kaçınmışımdır da zaten..
Ne bileyim, her sabah içinde hacim kapladığım kısmi uzay boşluğunda uyandığımda, bu koskocaman evrende küçücük, miniminicik teferruatları edimsel koşullanmanın da tesiriyle yeniden tecrübe etmek istemiyorum..
Bırakalım dünya kendikendine dönsün olur mu?
Ama olur mu? Olmaz değil mi? Lütfen..
Kadının varlığı nasıl olur da tek kalemde es geçilebilir, öyle değil mi ya..
Kadın, ev kadını olsun olmasın, onun kainatı evidir. En büyük yaşam alanı olan evi; hayallerini, ideallerini, sevgisini, mutluluğunu, huzurunu temsil eder.. Nasıl ki erkeğin kalbine giden yol midesinden geçiyorsa, kadının da evinden geçiyor işte..
Evsiz bir kadın saksısız bir çiçek gibidir, hiçbir özelliği, hiçbir güzelliği fark edilemez, kadının gerçek yüzü ancak onun evindeyken görülebilir. Bir kaktüs bile saksıya konulduğunda nasıl bir estetik içine girebiliyorsa, bir bambu evi nasıl hemen yeşile bürüyebiliyorsa, bir sarmaşık nasıl da evin her köşesini fethedebiliyorsa, pencerenin önüne konulan menekşeler, kasımpatılar, küpeliler bile evde ailenin bir ferdi gibi duruyorlarsa, hele o kılıç çiçekleri yok mu; onları dışarıda görsen onun bir çiçek olabileceği aklının ucundan dahi geçmez ama gel gör ki bir hane içerisinde her şey farklı bir biçim kazanıyor..
Yeni tanıştığınız bir kadını hemen o anda evinde hayal edebilir misiniz? Ev haliyle, en gerçek olduğu şekilde, o anki gizemli tutumundan geniş açılı derece uzakta bir durumda.. Ben de edemiyorum tabii ki ve her defasında kendimi tez ödevi içinde bocalayan zavallı bir araştırma görevlisi konumunda buluyorum.
Peki, ya ilk başta olacakları önceden görmek gibi bir yeteneğimiz olsaydı, hangimiz bu durumu kabul eder ve kaçımız yine aynı seçimleri yapardı? Bence cevaplanması gereken en kritik soru bu..
Bir diğer mesele ve asıl burada değinmek istediğim konu, kadının ev hallerinden ziyade evindeki varlıkları yani diğer deyişle göz bebeklerinin nuru, canları, ciğerleri eşyaları..
Kadının evi gibi değerlidir eşyaları, ayrılmaz bir bütündür, onun için etle tırnakları gibidirler. Evindeki tüm eşyaları şıkır şıkır görmek ister kadın, birisine bir zarar gelmesinden korkunç derecede çekinir, üzerlerine titrer, sanki çocuklarıymış gibi itina gösterir onlara..
Bir erkek karnı acıktığında biran önce yemek yiyip doymayı düşünürken, bir kadın yemeği hangi tencerede ya da tavada pişirmeyi, hangi tabakta, hangi masada, hangi çatal bıçakla, hangi yardımcı yemeklerle, ne şekilde ve ne kadar yeneceği gibi akla gelmeyen daha nice koşullarını düşünür..
Haa, erkek bi de demli bi çay ister yemeğin üstüne şöyle yediklerinin hazmını kolaylaştırsın, mideyi rahatlatsın diye ama kadın yine rahat durmaz ki; ada çayı mı olsun, ıhlamur mu, bitki çayı mı, kahve mi? Kahve derseniz yine iki seçenek sunar size; türk kahvesi mi, nescafe mi? Diyelim boş bulunup türk kahvesi dediniz.. Nasıl olsun; şekerli, şekersiz, orta? Yahut neskafe dediniz, kendinizi çok şanslı saymayın onun da çeşitleri var; sütlü mü olsun sütsüz mü? Yada işi iyice abartın da salep deyin sıyrılıverin işin içinden..
Uyarı Notu: “eğer ki içeceğiniz her ne ise onu porselen takım bir fincanda içiyorsanız ekstra dikkat etmelisiniz, aksi halde fincana gelebilecek en ufak zarar beyninizde de bi o kadar hasar oluşturabilir” benden söylemesi..
Hastalanınca ev kedisine dönüşüverir kadın, bütün kusurlarıyla en çocuksu, en şefkate muhtaç, en durgun ve aynı zamanda bilhassa en masumane halini alır. İşte o zaman tüm eşyalar gözündeki bütün değerini yitiriverir, evin gerçek ihtiyacının bir erkek olduğunu anlayıverir kadın..
Evin gereğidir kadın, direği ise erkek ve böreği çocuklar olmalı sanırım. Bence her kadın börek yapmasını iyi bilmeli, bu aralar ev böreği çekiyor sanki canım..

#ulastuzak