SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

21 Ağustos 2014 Perşembe

KADIN - 4

Restoranın yanından geçerken kendine doğru yürüyen bir gölge gördü kadın, irkildi kaldı. Bağırarak kaçmak geldi içinden, öyle korkmuştu ki ama birden adamın yüzü aydınlanınca onu tanıdı. Bu kez korkusu, şaşkınlığa, sevince ve bir o kadar da utanca dönüştü. Adam kendisini ayakta zor tutuyordu, ha düştü ha düşecekti, fena sallanıyordu. Adam tam tökezler gibi olduğunda kadın hemen atılıp tuttu onu. Boynuna sarılmamak için zor tutmuştu kendini, adamsa kurtulma çabasıyla geri çekildi. Kadının kolu boşluğa savruldu, adam sırt üstü yuvarlanacak gibi oldu ama son anda kadın adamın kolundan yakalamayı başardı. Kaptırdığı kolunu tekrar silkerek kurtulmaya çalışan adam tekrar düşecek gibi oldu, bir sağa bir sola yalpaladıktan sonra dengesini kurdu ve bişeyler mırıldanmaya başladı. Ne dediği net şekilde anlaşılamıyordu, kadın o zaman adamın zil zurna sarhoş olduğunu anlamıştı.
Kadın önce kızgınlık sonra da tiksinti duymaya başladı. Nasıl bir tepki vereceğini bir türlü bilemiyordu. Sonra dönüp etrafına bakındı, kimseler yoktu şükür ki. Adamın bütün yüzünden terler akıyordu, gömleği, gövdesi sırılsıklam olmuştu. Yüzündeki bu sarhoş titrekliğiyle yutkundu adam, bir şeyler söyleyecekmiş gibi yaptı, beceremedi. Kolunu çekip uzaklaşmaya çalıştı ama öyle sıkı tutmuştu ki kadın, adamın gücü yetmedi kolunu kurtarmaya. Sallanarak yürümeye devam etti, kadın peşinden ayaklarını sürüyerek onu durdurmaya çalıştı. Birdenbire suçluluk hissetmeye başladı.- Canım bak, bi dinle beni! Bana bak, dur diyorum, sana dur!
Adam, anlayıp dinleyecek gibi değildi. Sarsılarak her an yıkılıverecekmiş gibi yürüyüp gidiyordu. Sokağın ta başına varmışlardı, kadın susarak ve adamın kolunu hiç bırakmadan takibine devam etti. - İlk gece de böyle yürümüştük, o zaman da koluna girmiştim ve yine beni bi yerlere götürüyordu fakat şimdi tam tersi bir durumda, benden kaçmaya çalışıyor.. Nerden bulaştı bu iğrenç sarhoşluğa, benim yüzümden mi? Niye yalan söyledim ki sanki? Offf!!!
Adam yeniden silkindi ve gayet onurlu bir şekilde – Bırak be! dedi.. Kadın bu kez daha sıkı sarıldı, sert bi şekilde çıkıştı. – Bırakmıycam işte, kendine gelene kadar bırakmıkycam..
Bu sert çıkışın etkisinden midir ne olduysa, adam biraz uysallaştı sanki. Yağmur da ince ince düşmeye başlamıştı, kadın hemen yoldan geçen bir taksiyi refleks el hareketiyle durdurdu. Adamı taksiye zorlukla sokabildi. Beşiktaş’a dedi. Dedi ama, der demez de yüreği hop ediverdi. Taksiye yetecek kadar parası yoktu ki yanında. Ya adamda da yoksa? Taksici çoktan köklemişti gazı, şimdi dur demek de ayıp olurdu, zaten cesaret de edemedi buna. Adam koltuktan aşağı doğru kaymış, kapıya doğru yaslanıp kalmıştı. Sayıklar gibi bişeyler mırıldanıyordu hala. Kadın adama yaklaştı, yana sarkmış başını düzeltmeye çalıştı. İçini üzüntü kapladı kadının, - benim yüzümden hep, Allah belasını versin toplantısının da, yemeğinin de.. Adam son bir çabayla dönüp kadına baktı, gözleri tıpkı bayatlamış bir balığınki kadar çökük, boş ve anlamsız gibiydi. Bu bakış, kadının içini daha da burkuyordu, daha bi acılaştırıyordu içini. Adam hiçbir tepki vermeden aynı boşlukla bir süre daha bakmaya devam etti. Gözlerini kapadı, başı omzuna düşer gibi oldu, sızdı. Kadın, bir anne şefkatiyle biraz daha sokulup onu kendine çekmek istedi. Adam ölü gibi ağırlaşmıştı sanki. Hızla giden arabanın içinde küçük sarsıntılarla kımıldıyordu. Kadın içinde yorgunluk duydu birden, başını arkaya yasladı, gözlerini kapattı ve kendisini arabanın sarsıntısına bıraktı.
Uykuya dalmak istiyor ama bir türlü yapamıyordu. Öylesine yorgundu ki, birkaç kez gözlerini aralayıp şoföre baktı, yola baktı, Bebek’le Ortaköy arasında bir yerlerde trafiğin akışına takılmış olduklarını gördü. Doğruldu, şoföre evi tarif etmeye çalıştı, bir yandan adama bakıyordu. Biraz daha aşağı kaymış, ağzı aralanmıştı. Çekinerek adamın cebine soktu elini, cüzdanını bulup çıkardı yavaşça, utancından yüzü kıpkırmızı olmuş, kulakları yanmaya başlamıştı. Ne kadar çekinse de, bunu yapmazsa daha kötü durumda kalacağının çok iyi farkındaydı. Bir yüzlük uzattı, kırk lira para üstü aldı. - Gece yarısı soyarlar işte adamı böyle, hah! Apartmanın önüne kadar geldi araba, – şimdi nasıl taşıyıcam bu adamı ben? – kalk hadi bi tanem, evimize geldik, hadi kalk yürü biraz canım, ha gayret!
Şoförden utanıyordu, yanlarından bir araba daha geçti, az ilerde durdu. Kadınlı erkekli birileri gülüşerek, sarmaş dolaş diğer apartmana girdi. Kadın arabadan indi, adamın yanındaki kapıyı açtı. Bu arada istemsizce yardım istedi şoförden. Şoför de mırın kırın ederek indi. Kapıcı, komşu falan yok mu diye homurdanmaya başladı. Kadın aldırmadı bile, adamı sürükler gibi aldılar arabadan, apartmanın önündeki kaldırıma oturttular. Serin hava adamın sarhoşluğunu biraz açmış olmalıydı ki, anlamsızca bakınıp beline sarılan kadına bıraktı kendini. Ağır ağır ayağa kalktı, yürümeye başladı, öne eğik biçimde ilerliyordu. Birden kusmaya başladı, leş gibi kusmuk kokusu çarptı kadının yüzüne. Az kalsın kendini tutamayıp kadın da kusacaktı, bir iki öğürtüyle kendini tutabildi. Adam düşecek gibi oldu, iki eliyle kadına tutundu ve kalkarken tekrar öne doğru eğildi ve kusmaya devam etti. Kadın zor tutuyordu adamı, sağ elinde sıcak, yapış yapış bişeyler hissetti. Kusmuklar, eline koluna bulaşmıştı. En iğrendiği şeydi, bir iki kez daha öğürtü geldi içine, yine zor tuttu kendini.
Adam, ağır ağır ve kesik solumalarla doğruldu, biraz açılmış, midesi rahatlamıştı. Tekrar yürümeye başladı, kadın tek eliyle beline sarıldı. Kapının önüne geldiler, kadın, anahtarı almak için adama sarıldığı koluna takılı olan çantayı açmak istedi. Çanta da kusmuklar içinde kalmıştı. Bir kez daha gözlerini kapattı, dişlerin sıktı, burnundan nefesini almadan geri bıraktı, vıcık vıcık elleriyle çantayı açıp içinden anahtarı çıkardı.
Adam artık tek başına yürüyebiliyordu, kadının kolunu bıraktı. Otomatiği yakmadan, karanlık dar merdivenleri el yordamıyla çıkıyorlardı. Üçüncü kata geldiklerinde adam tekrar kusmaya başladı. Başını duvara yaslamış, iniltili solumalarla ve öğürtülerle kusuyordu. İç bulandıran ekşi kusmuk kokusu birden bütün apartmanı sarmış, bütün merdiven boşluğuna yayılmıştı. Kadın düşmesin diye adamı belinden tuttu, endişeyle bakınmaya başladı. – şimdi birileri çıkarsa, rezil oluruz valla..ya bağırıp çağırırlarsa, polisi ararlarsa.. başımıza iş çıkarmasak bari gece gece bu halde karakolda.. üstüne üstlük fuhuş yuvası yaptınız burayı diye sorgularlarsa, polisin eline düştük mü yandık ki ne yandık! Sabah gazetelerde manşetlerdeyiz, Son Dakika! Şok Şok Şok! Bir fuhuş yuvası daha basıldı! Utanç ve ürpermeler içine düştü, neredeyse adamı oracıkta bırakıp kaçacaktı. Sonra kendi kendine, bu halde bırakıp kaçmayı mı düşünüyorum? Ne kadar aşağılık bir davranış.. yoo düşünmedim ki hem bırakır mıyım hiç, bırakabilir miyim? Duvara yaslanmış, bitkin duran adama daha sıkı sarıldı. Aşağıdan açılan bir kapı sesiyle dondu kaldı. Sokak kapısı açılmıştı, ayak sesleri geldi, otomatik yandı. – çabuk çıkmalıyız, hadi kalk ayağa.. adam da anlamıştı durumu, kımıldadı. Sürüklenircesine merdivenleri tırmanmaya başladı. Kusmuklara basarak çıkmışlardı, otomatik söndü, yandı. Ayak sesleri aşağı katlardan birinde durdu. İçeri girip kapıyı kapattılar. Işıklar yine sönünce kendi kapılarına geldiler. Kadın elinde tuttuğu anahtarla çabucak açtı kapıyı ve kaçar gibi içeriye daldı, adamı da çekti ve kapıyı kapattı. Korkunç bir fırtınadan sütlimana sığınmış bir gemi gibiydi. Fırtına limana da saldırır gibi oldu, - kapıda ayak izlerimiz var! Çıkıp temizlesem mi acaba? Ya biri görürse? Kimse görmeden bu işi çözmeliyim.. içi su dolu kovaya yer temizleyicisini döküp karıştırmadan kapının önüne geldi, usulca açtı ve kapının önünden merdiven basamaklarına kadar olan mesafeyi sildi. Ayakuçlarına basarak geri döndü, aynı soğukkanlılıkla kapıyı kapattı ve derin bir oh çekti.
Adamın yanına gitti, paltosunu çıkardı, koltuğa oturttu, önüne diz çöküp ayakkabılarını da çıkardı. Kusmuklu ayakkabılarını çıkarırken dayanamadı ve pencereye koşarak camı açtı, öğürdü ancak kusamadı. Banyoya gitti, şofbeni açtı, lavaboda ellerini yıkadı. Anasonlu kusmuk kokusu burnundan gitmiyordu bitürlü.
Salona döndü. Adamın başı koltuğun kenarına düşmüş, gözleri kapalı öylece duruyordu. Aklına geldi, dolapta kolonya olacaktı. Mutfağa koşup şişeyi aldı, salona gelirken de avuçlarına doldurup adamın burnuna yaklaştırdı, yüzüne ve şakaklarına sürdü. Bir avuç daha döküp ensesini, boynunu ovaladı. Adam gözlerini açıp baktı, henüz içinde bulunduğu durumla bir ilişki kuramamıştı.
- Benim sarhoş sevgilim, bundan böyle sana içki yasak. Görürsün sen! Adam, hiç duymamış gibi başını döndürdü. Bir şey söylememeye yeminliydi sanki, yavaşça doğruldu, koridora yürüdü. Kadın arkasından pür dikkat izliyordu, tuvalete gidecek sandı ama ceketini çıkarıp yere salladıktan sonra yatak odasına giriverdi. Pat! diye bir ses geldi. Kadın koşarak yatak odasına girdi, adam, yüzükoyun bırakıvermişti kendini yatağın üstüne. Kadın, ne yapacağını bilemeden baktı önce, sonra yavaşça yaklaştı. – hemen uyudu mu ki? Biraz sonra hafif horultular duymaya başladı. Eğilip yerdeki ceketi aldı, kapının arkasındaki askıya astı. Pantolonunu çıkarmayı düşündü, sonra beceremeyeceğine kanaat getirip vazgeçti. Yavaşça yatağa yaklaşıp adamın yanına sokuldu. Yüzünün sol yanı yastığa teslim olmuş gibi yarım kaldırdığı iki kolu yatağa yapışık, hafif horultulu solunumla bütün bedeni ağır ağır sarsılan adamı incelemeye başladı. – Seviyorum bu adamı. Gerçekten de seviyor muyum? Sorulacak soru mu bu şimdi? Niye başkası değil de bu adam o zaman? Ne bileyim ben, rastlantı belki de. Beklisi filan yok, düpedüz rastlantı işte.. o gece karşılaşmasaydık.. daha mı iyi olacaktı? Saçmalama, söyle utanma hadi! Üzgünüm, belki, o kadar.. Hem yaşamımın bir parçası filan da değil, ona ihtiyacım yoktu ki.. ben mi istedim illa tanışalım diye? İstemiş de olabilirim, istemesem niye teklifini kabul edeyim? Demek ki rastlantı değil. Ama bu özelliklerini bilmiyordum ki, işte bunların hepsi rastlantı. Erkeksiz duramaz mıydın? Neden durayım, yirmi üç yaşındaki sağlıklı bir kadının erkek istemesinde ne gibi bir terslik var? Öylesine içten seviyorum ki..acıma bile karışıyor bu duyguma. Hiç de değil.. off. . yıkıntıya benzer bir yorgunlukla adamın yanına uzanıverdi. Bi şeyler örtsem mi acaba? Üşür müyüz ki? Böyle de soyunmadan yatmak, hiç olur mu? Sayıklayarak yavaşça gözleri kapandı, uykuya daldı..

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Kadın-3

Sabah yavaş yavaş uyandıklarında, kadının kendi köşesine sinmiş şekilde içli ve sessizce ağlayışı adamın dikkatini çekmişti. En son üniversitenin ilk zamanlarında birlikte olduğu bir kızla yaşamıştı bu durumu. O zaman araştırdığında genellikle kadınların bu göz yaşlarına pişmanlıklarının sebep olduğunu öğrenmişti. Bu kez de böyle bir endişeye kapılmıştı adam ve kadının başını ellerinin arasına alarak, saçlarını okşamaya başladı. Ne diyeceğini bilmiyordu ancak onu sevdiğini belli edercesine cümleler kurmaya çalışıyordu. Kadın, bir süre daha burnunu çekerek ağlamaya devam etti ve nihayet kendini durdurmayı başardı. - Özür dilerim, neden böyle ağladım bilmiyorum, yanlış anlamanı istemem ama ben gerçekten ilk defa.. – hişşşş.. diyerek susturdu adam kadını. Dudaklarından öptü onu. Belinden tutup yerden kaldırdı ve üzerini giydirip yanına oturttu, kucağına aldı, sonra tekrar sarıldı ve saçlarından öperek konuşmaya başladı. – tamam bak, neler hissettiğini tahmin edebiliyorum ancak ben de kendimi tutamadım, seni çok arzuluyordum, seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, kötü bişey yapmadık ki hem.. – evet biliyorum ama tutamadım kendimi, içimden öyle güçlü bi ağlama hissi geldi ki, bırakıverdim kendimi.. – yani, bu pişmanlık anlamında bir ağlama değil dimi? – saçmala niye pişmanlık olsun, mutluluktan tabiî ki de.. ama bunu söylerken kendinden o kadar da emin değildi, adam bunun farkına vardı ve daha da üzerine gitmedi. Yine de adam bu durumdan sıkılmıştı, yüzü düştü, kadın gerçekten de doğru mu söylüyordu? İçine düşen bu şüphe eski kuruntularını tekrardan canlandırıyordu ki, ayağa kalktığında minderin üzerindeki kan lekelerini gördü.
Kadın, adamın gözlerine baktı ve hemen kafasını onun baktığı yere çevirdi. O da aynı lekeyi gördü ve hemen onun üzerine atıldı, minderi kavrayıp kaldırdı, koşarak balkon kapısını açtı ve minderi balkona fırlattı. Bir süre orda durdu, adam arkasından izliyor olmalıydı, kadın hem kendisi için hem de adam için endişelendi. Bunu görmemesi gerekiyordu, şimdi benim için neler düşünür. Ya kendimi onun üstüne atmak için böyle bişey planladığımı düşünürse? Hayır, bu durumdan kurtulmam lazım. Geri döndü. Adam, olduğu yerde kalmış ona bakıyordu hala, tekrar göz göze geldiler. Adam kadına yaklaştı, belinden kavradı ve dudaklarına yapıştı. Defalarca öptükten sonra uzunca bir süre ayakta kadına sarıldı. Kadın kendini o kadar güçsüz hissediyordu ki, kendini adamın kollarına bırakıverdi. Adam, bir an kadını bayıldı sanarak kollarıyla kaldırıp kucağına aldı. Kanepeye götürüp yatırdı ve ona bir bardak su getirdi. Geldiğinde gözlerinin açık olduğunu görünce ona şefkat dolu bir gülümsemeyle baktı, eğildi yanağına bir buse daha kondurdu. Sol elini saçlarının arasından geçirerek başını kaldırdı, diğer eliyle suyu yavaşça içirmeye başladı. Adamın bu tavırları kadını bir anda rahatlatıverdi, kadın hafiften gülümsedi. Biliyordum, dedi beni seveceğini biliyordum. Adam da kadın hakkında şüpheye düştüğü için kendisine kızdı, ne kadar da içim fesat, herkesi ama herkesi böyle önyargıyla değerlendirmek zorunda mıyım? Hele ki böyle melek kadar güzel bir kadını, masum ve beni seven bir kadın hakkında.. yoo bu kadar da olmaz! Kendimi affettirmeliyim..
Kadın, durumun sandığı gibi olmadığını anlamış, iyice rahatlamıştı. Kendini toparladı, artık güçlü hissediyordu. Hem biraz önce kendisini tedirgin eden planı, ilerleyen günlerde belki de koz olarak kullanabileceğini düşündü. Sinsi bir mutluluk kapladı içini, bunu ona belli etmemeliyim, en ufak bir falsoda her şeyi berbat edebilirim. En iyisi bunları düşünmemek yoksa elime yüzüme bulaştırıcam.. Adam etrafında fır dönüyordu kadının, ıslıklar çalarak ona kahvaltı hazırladı, kucağına kadar getirdi koydu ve elleriyle yedirdi. Kahvaltıdan sonra kadın teşekkür amaçlı iki adet orta türk kahvesi yaptı. Birlikte balkona çıkıp temiz yüzü üste gelmiş kanlı minderin üzerine oturdular. Birer sigara yaktılar, kahvelerini yudumlayıp sigaralarını tüttürürlerken yüzlerindeki keyif kat sayısı gittikçe yükselerek göklere çıkıyordu. Sabahki gerginliği unutmuşlardı çoktan.
Kadın, adamın dizlerine yattı, çipil çipil bakan buğulu bal rengi gözleriyle adamın yeşile çalan ela gözlerini yakaladı. – seni seviyorum, biliyor musun? – biliyorum yavrum, ben de seni seviyorum – ama çook seviyorum – ben de bitanem – hem de inanılmaz derece çoook seviyorum – ben de dayanamıyorum sana sevgilim – sevgilim diyen dillerini yerim senin aşkım! Aşkım kelimesi adamı ürkütmüştü. Bir anda kadının saçlarında gezdirdiği elini çekiverdi. O kadar da uzun boylu değil, aşkım demek çok büyük bir muamma yaratıyordu. Gerçekten aşık mıydı kadın yoksa lafın gelişi mi öyle söylemişti. Kadın, aşkın mertebesine ulaşmıştı belki de. Aksi halde ağza kolaylıkla alınabilecek bir kelime değildi bu adam için. Kadın, adamın bu refleksinden tedirgin oldu. – ne oldu aşkım? – yok bişey yavrum, aklım karışıverdi de birden –ne karıştırdı aklını bakiyim – önemli değil bitanem, sadece şu aşkım kelimesine takılıyorum da hep – istemiyorsan söylemem – yoo bebeğim yanlış anlama sakın, sadece mesele şu, o kadar çok kullanılıyor ki bu kelime, bana artık çok ucuz ve değersiz bir kelime gibi geliyor, havada kalıyor her zikredilişte, basitleşiyor, anlamsızlaşıyor. Bu kadar yüce bir duyguyu sokakta böylesine bol keseden harcayan insanların daha sonra yaşadıklarını gördükçe ben kullanmak ve kendi hayatımın içerisine sokmak istemiyorum böyle bir tabiri. – tamam sevgilim kullanmam bir daha, seni üzmek istemem hiç, ağzımdan kaçarsa bile affet, ben gerçekten aşığım sana çünkü, bunu ilk kez bugün söylüyorsam bu, yaşadıklarımızdan sonra hissettiğim yoğun duygular nedeniyle söylediğim bir şeydi – bir de bu var tabi ki, gerçekten aşık olmadan kullananlar ama mademki sen bana aşıksın sana serbest bu kelime yavrum benim – peki kendine hala yasak mı uyguluyosun yoksa sen bana aşık değil misin? Adam kendi kendisini tongaya getirmişti. Bu soruyu beklemiyordu.. eveledi geveledi bir türlü ben sansa aşığım diyemedi. Üstelik onunla ilk kez birlikte olan biri olmasına rağmen bunu diyemedi çünkü ona gerçekten de aşık değildi. Kadının bunu anlamasıyla dizinden kalkması bir oldu. – hadi git artık, git bu evden. Kimseyi burada zorla tutamam ben. – zorla tutmuyosun ki bi.. – sus! Bana artık numaradan sevgi sözcükleri söyleme – numara yaptığımı mı sanıyorsun? – hayır sanmıyorum, biliyorum. Kendin söyleyemiyosun daha sevdiğini - ama sen sevmekle aşık olmak arasındaki farkı anlamıyosun – bana masal okuma lütfen çıkıp gider misin – pekala şuan sinirlisin daha sonra konuşalım – daha sonra falan olmucak – nasıl olmucak? – çık git evimden! Adamı kapı dışarı ettikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çaresizliğin en dibinde hissediyordu kendini, tekrar balkona çıktı, bir sigara daha yaktı ve okkalı bir duman çekip sert şekilde yere doğru üfledi..

Halikarnas Şarapçısı

Kadın-2

Acılarını unutturan bir bezginlik dolmuştu kadının içine. Sebebi gereksiz asabiyet.. Sen kazanamayacaksın kızım, tek başına kazanılmaz bu savaş. Onu biraz daha kırıp dökmeliyim ki anlasın değerimi. Kalktı, salonun içinde yumuşak adımlarla dolaştı. Ayakkabılarının topuklarından rahatsız oldu, onları çıkarıp terliklerini giydi, aynı yumuşaklıkla gezinmeye devam etti, bir diğer odaya geçti, kapıyı kapattı ve kapının arkasında durdu bir süre. Aklından şeytani planlar geçiyordu ama uygulamak için yeterli cesareti yoktu. Birden irkildi, bu ben olamam! Salondan bir ses geldi, kapıyı hızla açarak etrafa bakındı, pencere açılmış perde hırçın bir şekilde dalgalanıyordu. Hemen oraya koşup pencereden dışarı baktı, kimse yoktu görünürde, ürktü ve ivedilikle pencereyi kapattı, hem tül perdeyi hem de kalın perdeyi çekti üzerine. Salon kararıvermişti, kadın ne olduğunu düşünmeyi bıraktı, yalnız yüzündeki şaşkınlığı atamadı. Kaçar gibi dış kapıya yürüdü tekrar ayakkabılarını giydi ve dışarı çıkmaya yeltenmişti ki az önceki odadan aynı şekilde bir ses daha duydu. Oraya gidip bakmak istiyordu ama tüyleri dikelmişti bi kere, ne kapıdan dışarı çıkabildi, ne de odaya girip bakabildi, orada donup kaldı. Bir süre sonra odanın yarı aralık kapısından salona doğru süzülen irice, alacalı tüylü, ürkek ve bir o kadar da kendisine düşmanca bakan bir sokak kedisi gördü. Ne şimdi bu? Nasıl tırmandın beş kat yukarı seni lanet olası hayvan! Ödümü koparttın, gel buraya..
Ne yaptığını bilmeden iki adım atıp durdu, sonra kedi fare oyunu gibi bir kovalamaca başladı evin içinde. Tekrar salona geldiklerinde kadın, bütün odaların kapısını kapattı ve kediyi antrede sıkıştırdı. Kedinin pes etmeye hiç niyeti yoktu, aynı şekilde kadının da ama baya yorulmuşlardı. İşte buraya kadarmış, seni küçük şeytan! Son bir hamleyle kedinin üstüne çullandı, yerde bir süre yuvarlandılar, kapılara duvarlara çarptılar, kedinin ve kadının çığlıkları birbirine karıştı. Bu boğuşmanın ardından kadın kediyi ensesinden yakaladı ve nihayet kapı dışarı etti.
Antreden lavaboya girdi, şöyle bir dönüp de karşıdaki aynada yüzünü görünce tanıyamadı kendini. Bir anda kapıldığı panikten kurtulma çabasıyla aynaya biraz daha yaklaştı. Acıları artmış gibiydi. Sol göz kapağı mosmor olmuş ve şişmişti. Bu şişliğin altındaki gözü kızarmış, ve etrafında çizikler oluşmuştu. Alt dudağının ucu patlamış, burnunda ve dudaklarının kenarında pıhtılaşmış kan lekeleri bulunmaktaydı. Saçlarına götürdüğü elini acıyla çekti, sonra hafifçe parmaklarını dolandırdı. Başının bir çok yeri tırnak darbeleriyle doluydu. Hele sağ kulağının arkasında bir yer vardı ki, dokununca bulantı geliyordu içine. Boynundan göğsüne doğru uzanan ince bir çizgi, kılıç izini andırıyordu. Bu vahşi yırtık, hırpalanmış başını, gövdesinden ayırmış gibi görünüyordu. Yavaş yavaş soyunmaya başladı. Bluzunu çıkardı, gevşemiş sütyenini çıkarıp attı. Memelerine dokundu, bir süre kendini okşamaya kaptırdı. Nefes nefese kalmıştı, neredeyse orgazm olacaktı. Fena halde yorulmuştu, durdu, sakinleşmeye, kafasını toparlamaya çalıştı. Musluğu açıp suratına üç dört kez su çarptı. Kurumuş kan lekelerinden arındırdığı yüzünü havluyla yavaşça sildi.
Mutfağa geldi, yuvarlak kahvaltı masasına oturdu ve bir sigara yaktı. Kısa sürede neler olup bittiğini tekrar hatırlamaya çalıştı. Zalim bir kocam olsa ancak bu kadar benzetebilirdi beni.. Alaycı bir tonda güldü, sonra daha da güldü, iyice çığlık atarak güldü, duvarlar yankılandı. Sigarayı söndürdü, gülmesi biter bitmez ağlamaya başladı. Çok hızlı duygu değişimleri yaşıyordu, manik depresif bir psikolojiye büründü. Telefonunu eline alıp adamı aradı.
Ne olur beni yalnız başıma bırakma, lütfen bırakma beni. Gel gör şu halimi, nasıl uyuyabilirim bu halimle, yatak öylesine çekiyor ki ama dayanılmaz ağrılarım var.. karyolaya bırakıverdi kendini, adam bişey diyemedi, telefon kadının elinden düştü, adam da bir süre kapatamadı telefonu, sessizliğin içindeki kadının acılı nefeslerini dinledi. Onu çağıran güçlü şehveti duydu, ona ihtiyacı vardı, tam da o an orda olmalıydı. Kapandı telefon..
Kadın, uyumakla sızmak arasında bir yerlerde kıvranmaktaydı. Bir ara gözlerini açtı, anlamsız bakışlarıyla odayı süzdü. Gözünün önüne yine o lanet kedi geldi. Sivrisineği kovar gibi eliyle bu görüntüyü savdı. Ne uğraşır benimle bu kedi yahu! Bırak da uyuyayım biraz, hadi git başımdan..
Kapı çalındı. Kadın yerinden fırladı ancak dinmiş acıları aniden tekrar sızlamaya başladı. Yüzündeki acı ifadeyle kapının arkasına kadar geldi. Dürbün deliğinden baktı, gelen adamdı. Elinde bir çiçek ve bir şişe şarapla kapının önünde durmaktaydı. Geliyoruuuum! diyerek zaman kazanmaya çalıştı. Hemen çıplak olan üzerine, dolabından eline ilk geçen askılı elbisesini geçirdi. Dağılmış saçlarını alelacele iki yana atarak düzeltti ve kapıya koştu. - Özür dilerim, uyuyakalmışım, müsait değildim, beklettiğim için özür dilerim. – önemli değil, bunlar senin için. – ayy, çok teşekkür ederim. Çiçekleri alıp masada ağzı açık duran içi yarı su dolu sürahinin içine koydu. Adama dönerek, - bişey içmek ister misin? adam elindeki şarap şişesini kaldırarak, -bit tabi.. – süpersin, şu anda ihtiyacım olan şey tam da buydu. Adamın elinden şişeyi alırken dudağına bir öpücük kondurdu. – hemen açıp geliyorum bebeğim.
Çiçeklerin bulunduğu masaya oturup şarabı bitirene kadar sohbet ettiler. Adam, kadının yaşadığı olayı, yer yer gülme krizlerine girerek, kah küçük bir kız çocuğuna bakar gibi hüzünlenerek, bazen de sevişmek isteyen bir kadının dayanılmaz cazibesine kapılarak dinledi. Kadın ise, tek ve sade bir yüz ifadesiyle adama baktı. Her an kendini onun kollarına atacakmış gibi hissetti ama tuttu kendini. İlk hamleyi adamdan bekledi, o gelip beni kucağına alsın, sarsın güçlü kollarıyla, öpsün, ısırsın sonra da..
Adam kadının karşısında ona bir şeyler anlatıyordu, kadının kulağında belli belirsiz akan ve giderek şiddeti azalan bir uğultu vardı. Adamın dudaklarına odaklanmış, kıpırtılarından ne dediğini çıkartmaya çalışıyordu. Başarılı olamadı, göz kapakları yas ilan edilmiş ülkenin bayrakları gibi yarıya inmişti. Artık yeter bu kadar muhabbet, sevişelim artık! Ne dırdır ediyor bu adam yahu, ne biçim erkek bu? Şimdiye kadar çoktan yatağa götürüp atmalıydı beni, soymalı, her yerime dokunmalı, okşamalıydı. Yoksa niye geldi ki? Acaba sadece muhabbet edip gidecek mi? Hayır olamaz, buna izin veremem. Mademki buraya kadar geldi.. Bir kedi kadar bile olamayacaksa adam denir mi buna? En iyisi ben başlatmalıyım.. masadan tutunarak ayağa kalktı, adama yaklaştı, kucağına oturdu. Boynuna sarılarak dudaklarına ateşli öpücükler kondurmaya başladı. Adam, yara bere içindeki bu bitap kadınla sevişmek istemiyordu besbelli. Nazikçe onu kucağından kaldırdı, kanepeye oturttu. Saati göstererek gitmesi gerektiğini anlattı. Kadın bir türlü gitmesini istemiyordu, tekrar tekrar boynuna atılıp öpmeye çalışıyordu. Her seferinde adam ondan kurtulup, ona dinlenmesi gerektiğini söylüyordu. – bu halde olmaz, yapamam, bugün iyice dinlenmelisin, hem şarap uyumana yardımcı olur. İstersen bir şişe daha içelim. – hiç fena olmaz. – gidip alayım o zaman. – yoo, yoo, dolapta var bir şişe daha, onu al gel. Fazla uzağa gidemezsin bebeğim. Benden kaçamazsın. diye mırıldanırken adam dolaptaki şişeyi alıp açtı, kadehlere doldurdu ve kanepede içmeye devam ettiler. İki kadeh sonra kadın tamamen sızdı, adam onu kaldırıp yatağına yatırdı, sonra usulca ayakkabılarını giydi, kapıyı sessizce kapattı ve gitti.

Halikarnas Şarapçısı

Kadın - 1

Kadın, “işte benim romantik yakışıklım” diyordu adam için. Hande ise kadınların her zaman daha romantik olduğunu söylerdi. Duygulu olmamız acı gerçekleri önceden görmemize, tedbir almamıza yarıyor, diyordu. İster kabul et, ister etme ama erkeklerin hiçbiri romantik yaratılmamıştır. Romantizmi sonradan öğrendikleri için de kadınları bu konuda tam anlamıyla doyurmaları oldukça güçtür. Hatta doyduğunu sanan basit kadınlarsa erkeklerin bu sonradan kazandıkları yeteneklerini çabucak kaybetmelerine neden oluyorlar. Öyle değil mi? Bu görüşe katılmamak elde değildi, yine de bütünüyle böyle düşünmek konusunda temkinli olmalıydı. Her an bir anti tez üretilebilirdi bu gibi konularda.
Artık ara sıra bunalım takılan adamı iyice tanımıştı kadın, özü sözü güzel, kafası, yüreği iyi fakat içinde bulunduğu ortam kötüydü. O ortama da bir süre katlanmak gerekecekti, bunlara katlandığı sürece de, adamın düşeceği bunalımları göze almak, geçiştirmeye çalışmak, onu avutmak, adama olan sevgi borcuydu. Peki ne kadar sürecekti bu borcun ödemesi? Ya hiç bırakmazsa bunalımlar adamın yakasını? Ara sıra kendi içine düşen bu kara bulutları dağıtmaya çalışıyordu.
Kadın bir süre kimseye fark ettirmeden yaşadığı sıkıntılı zamanları geride bıraktıktan sonra adama tam anlamıyla bağlanmıştı. Artık beyaz yalanları bile söylemeyi bırakmıştı, sevişmekten başka bir şey düşünmüyordu adamla bugünkü buluşmasında. En önemli aktivitesi buydu. Oysa, sosyal ortamlarında yapabileceği bir sürü etkinliği vardı. Hande de sıkıştırıyordu, ne zamandır beraber çıkmıyoruz dışarı, diye. Bi şeyler yapalım mı bu akşam? Fakülteden çıkıp sahaflara doğru el ele yürümeye başladılar. Hande’ye cevap vermedi, sonra arar konuşurum, dedi. Sonra Tophane’den çukurcumaya çıkan ara sokağa saptılar. Adam, kadın için antikacılardan birine gelip daha önce satın aldığı muazzam iki bibloyu kadına hediye etti. Mutluluğun yarattığı afrodizyakla kadın adamın dudaklarına yapıştı, öptü, öptü, dakikalarca öpmeye devam etti.. Nefesinin tükendiği bir an ayrılınca adam kendini kurtarıp yeniden kadının elinden tuttu ve dışarı çıktılar. Kumbaracı yokuşundan tekrar sahaflara doğru yöneldiler. Kendinden önce davrandığı için biraz mahcubiyet havasına giren kadın, sahafçılarda bu sürprizin rövanşını alma peşine girişmişti ama çok belli etmişti. Yine de adamın haftalarca aradığı o klasik romanın ilk baskısını bulduğu için adam kendisine çok teşekkür etmiş, kadının dudaklarına yapıştığı gibi ona sarılmış, adeta öc alır gibi yapıştırdığı vücudunu dakikalarca bırakmamıştı. Kemiklerini kırarcasına sımsıkı sarılıyordu kadına, kadın da bu güçlü kollar arasında kalmaktan son derece memnundu, kendinden geçiyordu hatta..
Balık pazarından Nevizadeye girdiler, orada oturup birer bira içtiler, birbirlerinin gözlerinin içlerine bakıyorlardı, ikisinin de gözlerinin içinde şualar fışkırıyordu. Birbirlerinin üzerine atlamamak için zor tutuyorlardı kendilerini. Birbirlerini manevi anlamda son derece tatmin etmişlerdi, şimdi ise maddi anlamda tatmin olmaları gerekiyordu. Hesabı isteyip kalktılar, sıraselvilerden cihangire indiler. Firuzağa camisinin karşısındaki meşhur şarap evinden çok güzel bir kırmızı şarap aldılar. Roma merdivenlerine oturup boğaza karşı şaraplarını içtiler. Hemen alt taraftaki parka inip salıncakta sallandılar, ceviz ağacının gövdesine bir kalp çizdiler, çakırkeyf kafalarla şarkılar mırıldanarak tekrar tophaneye indiler. İstanbul modernin önünden tramvaya bindiler ve Dolmabahçe’den çınarların hışırtıları altında yürüyerek adamın Beşiktaş’taki evine geldiler.
Ara sıra buraya birlikte geldikleri zaman önce bir şeyler hazırlayıp yerler, sonra uzun uzun muhabbet ederler, en son da birbirlerine sarılıp uyurlardı. Yarım bir mutlulukla yaşanan karı kocalıktı bu, sürekli korkular yatıyordu kadının içinde. Hamile kalmak en büyük korkusuydu. Balayında gibiydiler ama her seferinde sevişmeye yeltendiklerinde korunma içgüdüsüne kapılıyordu kadın. Son zamanlarda çok değişmişti, neredeyse kadınlığın tam bilincine varmıştı. Kendini ve isteklerini apaçık tanıyor, tanımlıyordu. Gündüzleri aklını hep adam, bu ev ve birlikte geçirdiği zamanlar kurcalıyordu.
Geçenlerde gazetede okuduğu bir haberde, Ortaköy’de bir parti evinde fuhuş yaparken basılan zengin kızlar kendilerini camdan aşağı atarak canlarına kıymışlardı. Adama bir şeyler sezdirmek istemiyordu, utanıyordu böyle şeyleri onunla konuşmaktan, bir türlü de kurtaramıyordu kendini bu korkudan. Abim burada olsa asla kalamazdım geç saatlere kadar bu evde. Arada kaçamak olurdu tabiî ki ama yine de iyi ki yok, daha fazla tedirgin olmak istemiyorum, dedi kendi kendine. Bir yandan adamı arzuluyor, bir yandan basılmaktan korkuyor, bir yandan da hamilelik yüzünden endişeleniyordu. Bu kez hepsini bir kenara itti, bu gece hiçbir şey düşünmek istemiyorum, canım ne istiyorsa onu yapıcam, hem de sonuna kadar..
Bu kez öylesine umursamaz davrandılar ki, daha içeri adım atıp da dış kapıyı arkalarından kapattıkları anda birbirlerini parçalarcasına sevişmeye başladılar. Filmlerdeki o meşhur sahnedeki gibi, hani adam bir ayağıyla kapıyı arkası dönük şekilde iterek kapatır. Sırtını kapanan kapıya yaslar. Kadın, adamın üzerine atlar, birbirlerinin üzerlerini yırtarcasına çıkarıp soyarlar, yarı çıplak halde yiyişerek yatağa doğru giderler, adam kadını yatağa iter, kadın düşünce adam da kadının üstüne çullanır. Ancak burada bir farklılık vardı, yatağa kadar sabredemediler, salonda yere yığılıverdiler. Saatler içerisinde ikisi de salonun ortasında yerde ayrı köşelerde, boks maçından çıkmış boksörler gibi bitkin ve yarı çıplak bir halde nakavt olmuşlardı. Kaldıramadılar kendilerini, hakemler 10’a kadar değil 10.000’e kadar saysalar yine kalkamazlardı düştükleri yerden. Ölümüne sevişmişler ve sonunda galiba ikisi de kaybetmişlerdi bu maçı..

Halikarnas Şarapçısı

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Adam-10

Kadından ayrıldıktan sonra adam minibüste oturduğu cam kenarında karmaşık hislerden uzun süre kurtulamadı. Duygularında dağınıklık vardı, düşüncelerinde de, her şeyinde, bakışlarında bile.. Kendimi toplamam gerek, böyle gidilmez.. dedi. Kadına yalan söylemişti, eve gitmiyordu. Mesai arkadaşlarıyla buluşacaklardı, eski bir arkadaşının eviydi Ortakent’te. Bir gün önce de başka bir arkadaşında kalmıştı, onu da söylemedi kadına, güvensizlikten değil de gereksizlikten. Güldü kendi kendine, bütün arkadaşlarım da kadın yani ben napayım.. bir kadın, başka bir kadını, güzel ve ya çirkin olsun hiç fark etmez, yine de çekemez. Hele ki ortada bir erkek söz konusuysa.. Hiç gereği yok durgun suyu bulandırmanın, dedi.. nasıl olsa bir gün hepsini tanıyacak..
Tanıdığı çevrelerle sık sık buluşmak, onlarla arayı sıcak tutmak ta özverili bir işti. Adam da bunu yapma çabasındaydı. Kendi bile küçümseyecek gibi oluyordu bazı buluşmaları. Buydu belki de adam için bölüşülmüş yargı. Ortakent’li bir torbacının bir gün deyiverdiği sözler arkadaşları arasında şaka konusu olmuştu. – Abe çekipdurun, çekipdurun, kafayı bulamayıpdurun.. böyle giderse evin yolunu da bulameceksin..
Artık daha bilinçli ve daha güvenliydiler. Adamın gizli, önemli ilşkileri bulunduğunu düşünenler de az değildi arkadaşlarının arasında. Pis pis sırıtanlar olurdu, o da onlara acı acı gülerek karşılık verirdi. Pek derin konuşmazlardı içerken yalnız, biri vardı ki aralarında, işte onunla baş başa kaldıklarında dünyanın altını üstüne getirirler, açmadıkları kirli çıkın bırakmazlardı.
Bunlar beni ne sanıyorlar yahu? Daha küçük yaşlardan beri babasının dilinden düşmeyen devrimci şiirleri bazen onlarla birlikte söylemek, Nazım’dan bir dörtlük okuyup günün politik tartışmalarını yapmak, özel sorunlarına ilgili davranmak, becerebilirse yardımda bulunmak, onların gözlerinde büyüttüğü bütün bu şeyler, adamın yalnız yaparken mutluluk duyduğu değil, yapmazsa hayatın tadı tuzu olmayacağına inandığı şeylerdi.
Benden bir şey aldıklarını sanıyorlar, oysa her şeyi onlar veriyor bana.. Marina’da indi, biraz yürüdü, tadıdamak’tan iki peynirli poğaça aldı. Tekrar minibüse bindi, minibüs türk hamamı gibiydi. O kadar sıcaktı ki, terden vıcık vıcık olmuştu insanlar. en arka köşe boştu, oraya geçti yarım açık camı sonuna kadar açtı ve poğaçalarını yemeye başladı. Yolda dura kalka ve sallanarak giden minibüsün arkasında sürekli akan bir trafik, loş ışıklı farlar, izbe sokaklar, kapanmış ya da kapanmakta olan dükkanlar, cadde üzerinde eve dönüş telaşında ya da bir mekana yetişme arzusundaki kadınlı erkekli çocuklu karma kalabalık, bütün gün yiyecek peşinde koşturup duran yorgun sokak köpekleri, azgın bir kedi, yokuş başında bir deniz manzarası, vapurlar, tekneler ve bütün bu tabloyu çerçeveleyecek olan göz kapakları.. o niye yoktu bu tabloda? Gerçekten de kadın yoktu burada. İrkilir gibi oldu birden, çözüm aradı. Nedense başka bir adam geliyordu aklına. O da olmamıştı hiç. Yoksa adam da mı olmamıştı? Sonra yavaş yavaş bildiği her şeyi tek tek yargılar gibi, ayrıntılarıyla gözden geçirmeye başladı. Kadını, kadınla ilişkilerini.. haksızlık ediyorum galiba, ilk karşılaştıkları andan itibaren, dolaştıkları yerlere kadar sosyete, yarı sosyete her yer.. ya bir rastlantı ya da zorunluluktan gitmişti oralara da. Ne kökeni, ne alışkanlıkları, ne inandığı şeyler, ne de zevki o yerlerin kadını olmasına uygun değildi. Bizi yaklaştıran da bu olmadı mı daha ilk gecemizde? Evimizde içtiğimiz geyikli mumlar eşliğindeki kırmızı şaraplardan sonra sabahın beşine kadar ettiğimiz muhabbetler ve güneş dimdik yukarı çıkana kadar yataktan çıkmayışımız.. Ama kadın kopamaz oralardan, Fransa’da büyümüş ne de olsa. Yine de oranın çingenelerinden yoksulluğu görmüş, bi de sokaklarda dilenen çocukları.. Varlıklı soydan gelmek kolay kurtulunucak bir ego değil. Aman, nerden çıktı şimdi bu brujuvazilik.. Hep o torbacının yüzünden, bi türlü güzel mal getirmez ki arkadaş..
Evine geldiğinde bayağı garip duygular kaplamıştı adamın içini. Düşünmekten şimdi bile utandığı kuşkular doluvermişti içine. Hiç hoş bir şey değildi böyle anlamsız işler yapması. Ama ne yapsın? Başka çaresi var mıydı ki? Bulaşmıştı bir kere bu boka, tadını almıştı serseriliğin, nasıl düzeltecekti ki kendini, hayatına düzgün bir kadın girmediği sürece.. Girdi de ne oldu, ya? Düzeltebildi mi her şeyi? Güvensizlik nasıl düzelecek peki, yine de korkuyordu işte bazı şeylerin hiç düzelemeyeceğinden. Bu korku adamı, kendine olduğu kadar başkalarına da güvensiz kılıyordu. Kaldığı yerden yaşamaya devam etme havası vardı, biten hiçbir şey yoktu hayatında, geçici olarak tükenen şeyler, tükettikleri vardı sadece. Bunların yenisini tedarik ettiği sürece de, kalan zamanında bir problem yaşamayacak gibi görünüyordu..

Halikarnas Şarapçısı

3 Ağustos 2014 Pazar

Adam-9

Hiç kimsesi kalmadı yanında, şimdi gerçekten de yapayalnız bir adamdı. Buydu aradığı belki de, amacına bir adım daha yaklaşmış sayıyordu kendini. Arzuladığı o müthiş sıçramayı yapacaktı, yapmalıydı, tam yeri ve zamanıydı. Bu fırsatı belki de bir daha hiç bulamayacaktı. Yoğunlaşmalı, son noktayı koymalıydı artık. Zihninde bütün biriktirdiklerini bir kurguda toplayıp, asrın romanını yazmalıydı. Başka ne için yaşanırdı ki zaten? İnsanların birbirlerine üstünlük kurma yarışlarını iğrenerek izliyordu. Daha fazla bu iğrenç senaryoya maruz kalmak istemiyordu. Böyle bir dünya çekilecek gibi değildi zira.
Kimisi holdingleriyle.. kimisi uçakları, yatları, arabalarıyla.. kimisi dededen, babadan kalma mallarıyla.. kimisi üç kuruş biriktirip aldığı eviyle.. kimisi şansı yaver gidip elde ettiği kariyeriyle.. kimisi çocuğuyla, kimisi çoluğuyla, kimisi eşinin dostunun akrabasının başarılarıyla.. kimisi salt güzelliğiyle, kimisi giyimi kuşamı, süsüyle.. kimisi atıp tutmaca hayalleriyle.. neyi kanıtlamaya çalışıyorlardı ki? Niye böyle bir kompleksle yaşıyorlardı ki? Ah! Zavallı insancıklar ah! Beğenilme, takdir görme arzusu, çılgınlık derecesine varan, çevresine yüce görünme çabası.. peki ya bütün bunları düşünürken hiç mutlu muyuz acaba, diye düşünüyorlar mı? Tüm bunların hepsi aslında insanları mutsuz etmek için çok önceden planlanmış bir oyun değil mi? Keza bu oyunu düzenleyenleri de zamanla bir bataklık gibi içine çekmiş olan bir oyun.. sermayecilik oyunu! İnsanların anlık hoş hislerini malzeme olarak kullanıp, bu malzemeleri onlara satarak para kazanma oyunu.. hoş anlar geçtikten sonra ne malzemeyi satan mutlu, ne de onu satın alanlar mutlu..
Maddeye sahip olarak her şeye sahip olunabileceği düşüncesi ve bununla beraber mutlu olunabileceği teorisine inanmak.. ne kadar da yanıltıcı.. koskoca bir çölde serap görüyor insanlar, ve yaklaştıkça kaybolan, uzakta yenisi beliren ve asla yakalanmayacak olan hayallerin peşinde koşturup hayatını boşuna harcıyorlar.. ve bunu keşfedene kadar yaşlanıp son nefesine dayanıyorlar, ah! Zavallı insancıklar ah! Daha da elem verici bir nokta da şu ki, süreç içerisinde ders almayı öğrenemiyorlar, sadece tecrübe kazandıklarını söylüyorlar birbirlerine ama yeri gelince aynı serabın peşinden gitmeyi de elden bırakmıyorlar. Acizlik diz boyu..
Bir başka sorun da şu; mutluluğu hep başka yerde, uzaklarda, karşı taraflarda aramak.. neden hep komşunun bahçesindeki çimen yeşil gelirse işte.. aynı şekilde arkadaşlarının işleri daha güzel, arabası daha çekici, karısı yada kocası daha anlayışlı, evi daha sıcak, çocukları daha akıllı gibi gelir.. Kendilerinden o kadar nefret etmişlerdir ki, düşünceleri bile ezik, aşağılık bir insan oldukları mesajını verir. Bu aşağılık kompleksini de yeni bir iş, yeni bir araba, yeni bir eş, yeni bir ev ve yeni bir çocuk ile çözmeye çalışırlar.
Adam ne yapsın bu hem iğrenç hem de zavallı kolonilerin arasında kendi köşesine çekilmekten başka.. efendim diyorlar ki, sen böyle söylüyorsun amma, sana söylemesi kolay. İşin yok, paran yok, araban yok, karın yok, çoluğun çocuğun yok.. hele bir senin de olsun da o zaman seni de görücez.. Görücez bakalım! dedi adam.. ne değişecekse? Sanki bu sayılanlar mı insanın daima mutlu olacağına garanti ediyor? Herkesin yaptığı, herkesin sahip olduğu şeyler zaten mutlu edemiyor ki adamı.. bunu niye anlamıyorlar, anlayamazlar ya, öylesine soruyor işte.. ne kadar çok insan bir şeyin peşinden gidiyorsa, orada mutlaka değerli bir şey vardır elbette ama ne kadar az insan bir şeyin peşinden gitmeye cesaret ediyorsa orada daha çok değerli bir şey vardır kesinlikle.. o çok değerli şeye sahip olmak, bu sıradan insanların saydığı şeylere sahip olmaktan çok daha önemliydi adam ve onun gibi olan diğer azınlıktaki insanlar için. Asla bir kaybetmişlik değil ya da kaybetmişlikten doğan bir düşünce değil bu, eninde sonunda ulaşılacak mutlu bir sonun bekleyişiydi. Hem de durgun, çaresiz ve anlamsız bir bekleyiş değil, aksine umut dolu, heyecanlı ve bilinçli bir bekleyişti. Durmadan çalışıyor, yeni yollar üretiyordu. Kimse ona inanmasa da, şu anda yalnız da olsa, maddi dünya dışında yalnız olmadığına gayet emindi. Bunu tüm kalbiyle, tüm damarlarında hissediyordu çünkü. İçine kapıldığı sinerji, bundan yüzlerce yıl önce yer yüzünde aynı şekilde yaşamış olan insanların beynini kurcalayan düşüncelerdi, şimdi ise onun beynini kurcalıyordu.. ve sıradan insanlar bu düşünceleri şeytani olarak yorumluyor hatta şeytanın ta kendisi olarak ilan ediyordu. Zaten nerede, yanlış olmasa bile aykırı bir olgusallık, aykırı bir biçim, çoğunluğun tartışmaya bile cesaret edemediği durumlar, olaylar olsa hemen şeytana atıfta bulunuluyordu. Öyleyse onların gözünde, içine şeytan kaçmıştı adamın. Şeytanın, tasvir edilen şekillerde olmadığı hatta korkunç bile olmadığını biliyordu adam. Tanrı’yı kafasında oluşturduğu kavram kadar şeytanı da oluşturmuştu. İkisi de enerji, ikisi de güçlü, ikisi de düşünce sonucu ortaya çıkan olgulardı fakat biri iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi olmuştu. Peki neye göre, kime göre? Tanrıya göre mi, şeytana göre mi? Tabiî ki de insana göre.. neden diğer canlılara da göre olmasın? Onların aklı fikri yok değil mi? İşte bunlar da insanın aklına göre düzenlenip sunuluyor doğaya. Hiç de doğal olmayan bu kurallar sanki doğanın kanunuymuş gibi algılatılmaya çalışılıyor, nitekim de büyük çoğunluk etki altına alınmış olunuyor. Bu yapay kanunların etkisinden kurtulmuş olan şanslı insanlar, birbirleriyle çok mutlu birliktelikler sağlayabiliyorlar. Bu gibi örneklere şahit olmuş olan adamın da tek gayesi buydu. Kısa süre içinde yakaladığı dış etkilerden arınmış bir mutlu birlikteliği, uzun vadeye yayabilecek, ısrarla sürdürebilecek ve böylece adamın teorisini kanıtlayabilecek bir insanla kuracağı hayatı yaşamayı umut ediyordu.

Halikarnas Şarapçısı

1 Ağustos 2014 Cuma

Adam-8

Pazar gününü beklemek yeniden zorlamıştı adamı. Nilüfer’den ayrıldığı akşam, iş yerine gelinceye kadar kendine kızıp durmuştu. Bütün gün çene çal da kızın nerde oturduğunu bile doğru dürüst öğrenmeden ayrıl. Kitapçıya gelince, Oğuz, Arzu hanımın birkaç kez aradığını söyledi. Bakışında da ayrı bir gariplik vardı sanki. Adam hiçbir şeyi umursayacak durumda değildi. Arzu hanımı bile. Daha merdivenleri yeniden çıkarken telefon yine çalmıştı, Arzu hanımdı. Adamı kızdırmaktan çekinerek, nerede olduğunu merak ettiğini söylüyordu sadece. Adam: bunalmıştım, biraz dolaşmaya çıktım, çok iyiyim şimdi, dedi. Alacaklarını da unutmamıştı. Oğuz da duymuş olmalıydı bu konuşmaları. İş yeri bomboş, sessizdi. Ne kadar düşük konuşsa da duyardı Oğuz zaten.
Sevgilisini aldatan adamdı bu, biraz sonra hesabı almaya inince, çocuğun gözlerinde hep, “buydu demek aramasını beklediği, kızı da atlatıverdin hadi” diyen sinsice gülen gözler görecekti. Oğuz’a gitmesini söyledi yukardan, yalnız kalınca aşağı tezgaha baktı. Nilüfer’i orada ilk gördüğü anı düşündü. Nasıl da olmuştu bu iş? Ama yine gitmişti işte, peşinde de o pis herif. Yoksa alıp götürmüşler midir kızı? Peki ne yaparım o zaman ben? diye düşündü.
Yine o boşluk duygusu, salıncaktan, tepelerden aşağı kaymadaki boşalma, iç ezikliği. Sonra bu duygu iyice yerleşti tüm hücrelerine. Azalıp çoğalıyordu sadece, hiç geçmiyordu. Nilüfer’i bir daha hiç görememek korkusuyla oluşan dayanılmaz acı; çıkageldiği günün anısıyla mutluluğa dönüşüyordu bazen ama hiç geçmiyordu. Belki de buydu aradığı, tatlı bir işkence!
Bu inişli çıkışlı duyguyla yaşadığı günlerden biri, Pazar sabahı hazırlanırken Arzu, öğleden sonra alışverişe çıkmalarını isteyince, terslememek için güç tuttu kendini. Bilmiyor muydu, üstelik Pazar günleri alışverişe gitmekten nefret ettiğini o? Ses çıkarmadı Arzu, yalnız eve geç dönmemesini istedi, akşama annesi gelecekmiş yemeğe belki. Başka bir arkadaşı da İstanbul’dan dönüyormuş, telefon etmiş akşam. Adam bir şey demedi. Kapıda Arzu, kollarını adamın boynuna doladı, sevgi dolu bakışla gülerek; çok sinirlisin, dedi. Ne olur, sıkma kendini, her şey yoluna girer.
Aynı sıcaklıkla yüzünün her yanına öpücükler kondurdu, öyle salıverdi kapıdan. Tam aranan kadın özelliği işte! Fazla soru sormadan sıkıntıyı anlayıp, durumu idare edebilme.. Bir ilişki ancak böyle sorunsuzca devam edebilirdi. Herkes zaman zaman böyle durumlarla karşılaşıyordu nasılsa, büyütmemek ve takmamak gerekirdi.. İzmir’de okul müdürü sık sık bu özelliğinden dolayı överdi Arzu’yu. Bu okulda bir yıl öğretmenlik yapmıştı Arzu, sonra başka okula tayini çıkmıştı. Müdürün artikülasyon problemi vardı yalnız, bazı harfleri mesela Z ve C harflerini J gibi söylüyordu. Halk tabiriyle dili basıktı. Arada taklidini yapıp gülüştükleri olurdu evde. Adam bir süre janım Arjum diye takılırdı bu muhabbetten sonra. Adam bazen şakayı abartır ve Arzu da işi alınganlığa döker, kızmış gibi yapardı.
Aslında Arzu gerçekten de mükemmele yakın bir kadındı. Son tahvilde dürüst; evine, sevgilisine bağlı ve ilişkisinden başka bir şey düşünmeyen, hayatını adama göre temellendiren bir kadındı. Anne ve babasının yaşam hikayesi onda bir nevi adama tapma içgüdüsü oluşturmuştu.
Adam, bugüne kadar Arzu’ya hiç yalan söylememişti, ilişki kurduğu kadınlar hakkında bile.. Zaten çok zor bir şey değildi, açıklamıştı her şeyi, birlikte olmaya başladıktan sonra da ciddi bir kaçamağı olmamıştı. Yalnız bir defa, bir iş için gittiği Bodrum’da, önceden tanıştığı bir kadınla içkili bir gecenin ardından yatmıştı. Büyük bir pişmanlık duymuştu sonra, vicdan yapmıştı. Birkaç kez anlatmayı denedi ama bir türlü dili varmadı, belki de o sakin ve anlayışlı kadının bu kez anşlılay tutumundan vazgeçeceği korkusuna kapıldı. Çirkin yüzünü görmek istemiyordu Arzu’nun. Fakat, adam aradan geçen bir haftadan sonra vicdanına yenik düşüp bütün olan biteni kadına anlattı. Kadın günlerce için için ağladı, dürüst davrandığı için ve karakteri de elvermediğinden bişey de diyemedi. Yaklaşık on gün kadar uzak durdu adamdan. Sonra kendiliğinden unutmuş göründü. Bir süre sonra sakin ve gücenmiş bir ses tonuyla: senden bişey istiyicem, ne olur bi daha böyle bişey olmasın, tamam mı? Sonra kızarak ekledi: duymak istemiyorum böyle bişey, dayanamıyorum başkasının sana dokunmasına!..
Bundan sonraki yaşamları dümdüz devam etti. Kadın kendini mutlu sayıyordu, elde ettikleri onun ölçülerine tastamam uygundu. Adam da kendini iyice edebiyata yaslamış, o kitap senin bu kitap benim okumaya devam ediyordu. İdeal yaşamını arıyordu belki de bu okuduklarının içinden..
Nilüfer mi? Onun da nerede olduğu, şu anda ne yaptığı belli değildi. Kim bilir hangi şartlarda yaşamını sürdürüyordu? Bu soru, adamın okuduğu her kitabın her sayfasındaki her satırda aklına geliyor, gözleri her cümlede bir cevap arıyordu. Belki de bir gün aradığı cevabı bulacaktı, hayat sürprizlerle doluydu nasıl olsa..

Halikarnas Şarapçısı