SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

14 Şubat 2020 Cuma

Kuantumize Aşkla Komedik Unsurlar


4.Leventten Mecidiyeköye yürümek benim için bir klişe haline geldi artık, günlük rutinim de diyebilirim. Çeliktepeden Gültepeye bol rampalı dikey slolom, sonra Gülbağdan Ortaklara kadar sarmal yokuşlu yatay slolom, yaklaşık 2 buçuk KM ve 3000 adım civarı ve benim standartımda bir hızla 30 dk. süreli bir yaya yolculuğu. Hazır İETT ulaşıma da zam yapınca “Her şey çok güzel oldu” bana fark eden bişey yok. Aksine, ben spor yapmaya devam ediyorum. Halkı spora teşvik edici bir belediyecilik anlayışı, herkes yürüsün arkadaş..
Ayrıca, Mecidiköyden Taksim de hemen hemen aynı mesafe ancak düz yol olduğu için daha kolay yürünebiliyor. Yalnız benim en sevdiğim 2 güzergah var; ilki Leventten Ulus Parkına yürümek ve sonunda o eşsiz boğaz manzarasını seyretmek, ikincisi de Beşiktaş’tan Bebek güzergahına yürümek ki burası en sevdiğim parkur yürümek için.
 Önce Çırağan caddesinden çınarların altından ve tarihi dokunun içinden resmi geçit töreni edasıyla geçerim. Sonra Ortaköye varıp kumpir ve waffle kokularının kokoş parfümerisiyle harmanlanıp burnumun direğinde sofistik bir melodi bıraktığı Haute Couture sosyetesinin kervanından geçerim. Boğaziçi köprüsünün devasa manzarasının altından geçip kuruçeşmeye varırım. Kuruçeşme parkında, su adaya karşı oturur hem biraz dinlenir, hem boğazı izlerim.  Ordan kalkıp, Arnavutköye doğru balık tutan ahali başlar, onların olta atışlarına takılmamak için Ocean’s Eleven filmindeki lazer ışınlarından geçmeye çalışan eleman gibi büyük bir titizlik içinde aralarından geçerim. Balıkçılar bitince Bebek parkına gelmiş olursunuz. Hatta ordan da inşirah yokuşundan Etilere çıkarım bazen, bazen de kulağında kulaklık ve eşofmanlarıyla yanımdan geçen hatunun peşine amansızca takılıp Emirgan Tarabya istikametine doğru akıp giderim, dermişim :) ) ) yok deve o kadar da yürünmez tabiki, ayaklarım su mu toplasın.. hatuna takılmaya yok deve dedim sandınız di mi J
Yürürken inanılmaz derece kendimle konuşuyorum, sanki yanımda biri varmış gibi. Arkamdan beni takip eden biri olsa beni şizofren sanır kesin. Yürüdükçe beynim açılıyor, yeni düşünceler, yeni fikirler, yeni duygular falan ve hepsini dillendirmek istiyorum, doğaya anlatıyorum, evrene gönderiyorum bu içimde oluşturduğu titreşimleri. Evet, titreşim demişken, her şeyin evrende her şeyin titreşimden ibaret olduğunu söylemiş miydim size?
Bize hep cansız varlıklar (nesneler, objeler) gördüğümüz dokunduğumuz her şeyin atomlardan ve canlıların da hücrelerden meydana geldiği öğretilmişti. Ancak Hücrelerin de Atomlardan oluştuğunu hiçbir derste anlatmadılar. Hücrenin en fazla organellerini inceledik ama onların da atomlardan oluştuğunu çok sonraları öğrendim ben mesela. Hatta kuantum sayesinde atomların da “quark”lardan meydana geldiğini duyduğumda oha falan olmuştum. Atomun çekirdeğindeki Nötron ve Protonları da parçalamış Cern’deki herifler. Hatta bununla da yetinmemişler kuarkları da parçalayıp onların da sicimlerden oluştuklarını görmüşler. Yani anlayacağınız tüm enerjiler bu ultra mikroskoplarla keşfedilebilen sicimlerin birbirine çarparak tireşim oluşturmasıyla başlıyor. Tanrım sana geliyorum J
Düşündüğüm şeyler bununla da sınırlı değil tabiki. Peki yüreğimizi titreten yüce AŞK da böyle bişey mi? Buna evet denilebilir bence. AŞK enerjisi dünyada hatta evrendeki en yüce en kutsal en etkili güçtür. Ben Aşk’ın Tanrı Olduğunu düşünenlerdenim. Ve biz de Tanrı’nın bu evrendeki kuantumize edilmiş birer parçalarıysak, biz de Aşk ile kendimizi gerçekleştiriyoruz demektir.
Şimdi şöyle bir yanılgı var insanlarda. Aşkı hep başka bir insanda, genellikle de karşı cinste birinde arıyoruz. Doğal olarak, insan zaten dengesiz tutarsız bir varlıktır ve bunu bile bile AŞK gibi, mucizevi bir öneme sahip olan bu kutsal değeri, evrene göre daha basit bir kavramda bulmaya çalışmak, Aşka dair her şeyi ona yüklemek çok mantıksız değil mi? Bu yüzden zaten herkes bir türlü ulaşamıyor aşka. Çünkü onu bir insanda arıyorlar, insanda bulmaya çalışıyorlar. Oysa Aşk arayanın kendi içindedir. Hepimiz Aşk Enerjisiyle yaratıldık. Aşk biziz aslında, Tanrı’nın Aşkının birer parçasıyız hepimiz. Öyleyse bizde olan bir şeyi başkasında aramak ne büyük bir yanılgı.. Şöyle düşünün ki, evdeki yoğurdumuz bizim aşkımız olsun. Onu bitirip tüketip sonra mayayı başkasında aramaya çalışıyoruz yeni bir yoğurt yapmak için. Oysa tencerenin dibinde yarım çay bardağı kadar mayalık bıraksak, kimseyi aramayız öyle değil mi? Aslında bu bizim yüreğimizin dibinde zaten var, biz onu hissedemiyoruz. İşte o Evrenin, Tanrı’nın hazır bize hediye ettiği organik maya, AŞK mayası. Sevgimiz de sütümüz. Şimdi sütümüze bu mayayı katarsak, yani sevgimize aşkımızı katmış oluruz. Aşkla sevmek de böyle yoğurdun tutması gibi bir etki oluşturuyor işte. Şans eseri bu yoğurdu tutturabilen ona sahip çıksın ama biz napıyoruz? Hemen her şeyi çabucak değersizleştirdiğimiz gibi onu da sulandırıyoruz. E yoğurda su katarsan nolur? Ayran olur, bize de o yüzden hep ayran gönüllü diyorlar zaten. J
Ne demiş Fransız üstad Charles Baudelaire; Sarhoş olun! Şiirle, şarkıyla ya da şarapla.. ama bir şekilde sarhoş olun! Burada kastettiği sarhoşluk aşk sarhoşluğudur, o yüzden aslında söylemek istediği şudur: Aşık Olun! Şiirle, Sanatla ya da Erdemle Aşık Olun! Gidin bir insana Aşık olun dememiş, bizdeki bütün sufiler ve tasavvufçular gibi Tanrı’yı arayın, O’nun Aşkının peşinden gidin demiştir. Zira gerçek Aşk, gerçek sarhoşluk odur. O sarhoşluk, o vecd hali, o hoşluk, o keyif sonsuzdur. Yaratıcı güç, yaratıcı enerji odur. Moral motivasyon odur. Ve aslında o AŞK, aradığımız ve bulamadığımız her şey gibi, elimizi uzatsak dokunabileceğimiz kadar yakındır, gözümüzün önünde, burnumuzun dibindedir. Ve biz oraya bakmayı hiç akıl dahi edemeyiz, görmeyiz, görmek istemeyiz. İstemezsek bakmayız, bakmazsak da göremeyiz işte, öyle kısır bir döngüde bocalar dururuz. İşte AŞK tam da göğsünüzün içinde, orda duruyor, soğumuş olabilir, biraz körükleyin hissedeceksiniz. Siz o aşkın Tanrı’nın ordaki enerjisini, sıcaklığını hissetmeye başladığınız an hayata başka türlü bakmaya başlıcaksınız. Gördüklerinizi başka türlü algılamaya başlıcaksınız. Sanki başka bir boyuta geçmişsiniz gibi ki zira öyle, artık başka bir boyutta, diğer insanlardan çok üst bir frekanstasınız artık. İşte o zaman her şeyden zevk almaya başladığınızı farkediceksiniz. Bir insanı asıl o zaman gerçekten sevebileceksiniz, bir hayvanı, bir ağacı, bir deniz kenarını, havayı bulutları gökyüzünü yeryüzünü otları çiçekleri böcekleri ve doğanın yüzlerce belki de yüz binlerce tonunu keşfediceksiniz. Gördüklerinize, duyduklarınıza inanamayacaksınız. Hayaller ülkesi, rüyalar alemindeymişsiniz gibi gelicek hayat size, her gün gördüğünüz şeyleri farklı görmeye başlıcaksınız, algılarınız tamamen estetik zerafetlere göre yeniden dizayn edilmiş olucak. Güzelliğin bakan gözde olduğunu bir kez daha anlayacaksınız. Cennetin işte tam da olduğunuz yer ve o an olduğunu artık söylememe gerek bile yok sanırım. Tadını çıkarın..
Tüm bu anlattıklarıma rağmen benim cennetim hala bir sevgilinin şefkat dolu kucağında yatıp uyumaktır. O yüzden Herkesin Sevgililer Günü’nü tüm AŞK Enerjisiyle kutluyorum. Aşkın kutsal enerjisi üzerinize olsun. Hoşçakalın.. Aşkla kalın..
Ulas tuzak

12 Şubat 2020 Çarşamba

Oyunculuk Hikayeme Giriş


Kamera ile ilk tanışmam lise son sınıfta aldığımız o ilk çıkan kameralı ucuz bir telefon ile olmuştu. Bön bön bakıp ne çekeceğimi ne diyeceğimi bilmeden rastgele kayıt tuşuna basıp kendimi izlemenin verdiği dayanılmaz keyfi hiç unutmuyorum. Tıpkı ilk defa kasetlere teypte yaptığımız ilk ses kaydında almış olduğumuz keyif gibiydi. Bir de en büyük kuzenimin düğünündeki düğün kamerasına çekilmiş görüntülerim mevcutmuş. Görüntüleri izlemedim ama o geceyi hatırlıyorum. Çok fena dağıtmıştık Murat abi ile, herkes bizi izlemişti.Serbest stilde kolbastılar, yerde havada delice tepinmeler, daha neler neler.. kan ter içinde kalmıştık oynamaktan. Aile akraba arasında bayramda seyranda toplanılınca hep anlatılır ve gülünür..
Ama profesyonel anlamda ilk kez kamera karşısına İzmir’de bir ajansta tanıtım videosu çekmek için geçmiştim. Gerçekten kamera karşısında ilk defa olmak çok üst seviyede heyecanlı bir olaydı benim için. Üstelik bir de kendimden bahsedecektim, yani kamera olmasa bile benim ve gözlemlediğim kadar çoğumuzun en zor anlarından biridir kendini tanıtma hadisesi. Şimdi hem kendim hakkında konuşacak ve hem de bunu kamera karşısında yapacaktım. Oldukça terletici ve baya kulak kızartıcı bir aktivite. Neyse ki öyle ya da böyle bir şekilde hallettim. Hallettim de, bu kadar zor anlar yaşadıktan sonra iyi bir rol beklerken bir gece minibüsün içinde oturan yolcu figürasyonu oldum. Hatırladığım kadarıyla TRT Kırmızı Işık belgeseliydi. O görüntüme hiçbir zaman denk gelmedim. Belki de hiç kadraja bile girmemişimdir yahut girmişimdir de arkada flu görüntünün içinde izole olmuşumdur, kim bilir..
Sonraki ise en profesyoneli idi. Foça’da Dalgakıran dizisi çekiliyor. Başrolünde de İlhan Mansız var. Futbolu yeni bırakmış, bir Beşiktaşlı olarak onun inanılmaz hayranıyım. Bir geldi yanımıza, gece çekimi, gözler şiş, kafa bi dünya, göbek desen almış başını gitmiş. Onun olup olmadığına kameranın karşısına geçene kadar inanmadım ki hala da şüphelerim var çünkü dizi 4. Bölümden sonra yayından kaldırıldı. Her neyse, ben o ilk bölümde bir akşam yemeği sahnesinde garsonu oynamıştım. Profesyonel anlamda ilk kamera oyunculuğu deneyimim her ne kadar kısa da olsa o olmuştu. Naçizane bir hatıra kaldı işte.
Tabi ben o sıralar tiyatroya ve oyunculuğa çok takmış durumdayım, kanımın son derece fokur fokur kaynadığı bir dönem de zaten, kameranın tadını da almışım durur muyum? Bırakır mıyım bu işin peşini hiç? Tabi ki de bırakmadım. Bir sinema filmi, adı da Almanya’ya Hoş Geldiniz. Alman yapımı bir film ama yönetmeni gurbetçi bir Alamancı.. Kendi hayat hikayesi herhalde, neyse, orda da bir jandarma karakolunun önünde nöbet tutan bir jandarmayı canlandırıyorum. O filmi de yıllarca aradım, adını bile unutmuşum. Almanya film kalmış aklımda. Başka da bir şey hatırlamıyorum. Bir gün Kebab Connection diye bir film izlerken ordaki çocuğun bizim filmde de olduğunu fark ettim. Denis Moschitto. Sonra onun oynadığı filmleri araştırıp ordan buldum filmin ismini. Almanya’ya Hoş Geldiniz. Sonra bu filmi internette araştırdım ki internet o zaman şimdiki kadar veri zenginliğine sahip değildi, vcd-dvd ciler vardı. Oralara baktım, aradım taradım hiç biyerde yok böyle bi film. Dedim ki heralde Almanya’da gösterim için çektiler ya da festival filmi. Öyle kaldı, hep görüntümü merak ettim durdum. Derken bigün otobüs yolcuğu yapıyorum, o klasik koltuk arkası ekranlar yeni çıkmış. Orda rastgele filmleri kurcalarken bu film çıkmasın mı karşıma? Hayret.. gökte ararken otobüste buldum filmi. Hemen kare kare piksel piksel ileri geri sara sara sonunda kendi sahnemi buldum. İnanın kasketten ve çekimin yan profilden yapılmasından dolayı benim olduğuma dair şahit ister. Hani ben bilmesem orda oynadığımı ben bile inanmam ben olduğuma. O derece yani. Bir de o kadar kısa ki sahne ben diyim 10 saniye, siz deyin 5 saniye. Yani bunun için miydi bu kadar arayış ve umut.
Her neyse, bigün bizim Atilla ile tanıştım İzmir’de bir tiyatroda tanışıp sonra Euterpe Sanat’ı kurduk. Euterpe Sanat olarak sessiz bir kısafilm çektik ama onu da izleyemeden o gruptan ayrıldık, filmin montajını yapan arkadaşı sonra bidaha hiç görmedim bile.
Ati ile Konak Kent Tiyatrosunu kurduk. O sinema okuduğu için bir sürü kısafilm projesi vardı. Hep heycanlı heycanlı projelerini anlatır beni de heveslendirirdi. Yok şeytandı, yok marangozcuydu falan.. Bigün dedim ya Ati artık çekelim şunlardan birini. Ne lazım bunun için, kamera. Bana miniDV bi handycam aldırdı. İlk olarak bikaç belgesel tadında bişeyler çekmeye çalıştık, gezilere gidip Çanakkale Gezisi, Seferihisar gezisi falan çektik Konak Kent Konseyi ile beraber. Yetmedi bir de geçtik kameranın karşısına 3S (Spor-Sanat-Siyaset) hakkında doğaçlama gündemsel atalım tutalım dedik. Tabi o zamanlar youtube, youtuberlık falan yok. Ah keşke olsaydı da, biz de görüntüleri atabilseydik youtube’a, belki de şimdiye fenomen olmuştuk.
Okul bitti 2011’de ve ben İlk kez İstanbul’a yaşamaya geldim. O dönem abim istanbul’daydı onun yanına yerleştim ama o kadar uzaktaydı ki, merkeze gelmem, 2 minibüs, 1 otobüs, 1 tramvay ile 2.5-3 saat sürüyordu. Dedim bu iş böyle olmucak, en iyisi ben merkeze taşınayım, tabi ki en uygun yer neresi? Tahmin ettiğiniz gibi taksim, tepebaşı.. tarlabaşı ile Kasımpaşa arası biyer.. 2012 senesi, aylardan Ocak, her yer kar kış, ben terasta kömürlük gibi bir odada kırık bir cama poşet yapıştırmış şekilde altımda elektrikli battaniye ile yaşamaya çalışıyorum. Bir taraftan Uçurum diye bir dizi işi aldım. Çok heyecanlıyım. Ozan karakteri, ilk bölüm çekiliyor, devamı olabilir. Hayaller, toz pembe hayaller.. İlk sahne Aksaray’da çekiliyor. Mehmet Ali Nuroğlu ile çekiyoruz. O taksici, beni alıp karıma götürüyor. Karım da onun eski nişanlısıymış meğer, falan fıstık.. klasik türk draması. Her neyse, aradan 1 hafta geçti Beykoz’da devam sahnesini çektik. Sonra bi daha bana haber falan gelmedi. O işten sonra bu sektöre uzunca bir süre ara verdim. Askere gittim, dönüşte Bodrum’a gittim. Başka işlerde çalıştım. Tüm hayallerimi, heveslerimi yüreğime gömdüm.  Aradan geçen 7 yıl içimdeki ateşten bir kıvılcım dahi söndüremedi. Hep bir fırsat kolladım tekrar İstanbul’a dönmek için.
Nihayet, 2019 Ağustos ayının 23. Günü, İzmir’den, bu yarım kalan hikayemi belki henüz çeyreği bile yazılmamış hikayemin devamını yazmaya doğru çok büyük umutlarla yola çıktım.
İlk olarak Şampiyon Dizisinde bütün başrollerin olduğu bir sahnede Polis oldum. 2. Bölümün son sahnesi, 3. Bölümün ilk sahnesi. Tolgahan Sayışman’ı tutukluyorum, Erdal Özyağcı’ya hesap soruyorum falan. Hayatımın en önemli sahnesini oynuyorum, bir ustayla oynuyorum. Ne büyük şeref benim için. Ne büyük gurur.
Ardından bildiğiniz diğer işler sırasıyla gelmeye başladı işte. Sonra reklam deneyimlerim oldu, şu an henüz yayınlanmasa da LASSA ve önümüzdeki günlerde çekeceğimiz Ziraat Bankası reklamı.
Bu arada araya sıkıştırdığım bir televizyon programı da var. Malumunuz Beni Takip Et. Onun macerasını Beni Takip Et başlıklı yazımda anlatmıştım zaten. Reality Show formatında instagramda takipçi kasma yarışması. Ödülü 100.000 TL idi. Son hafta elendim ama TV ve Sosyal Medya hakkında detaylı bilgi sahibi oldum diyebilirim. Tek kazancım bu oldu bence. Onun dışında pek de bişey öğrendiğimi söyleyemem ama deneyim deneyimdir. Bu arada çok ilginç bişey öğrendim, dizlere ana cast oyuncu seçimi yapılırken artık takipçi sayılarına bakılarak seçim yapılıyormuş. En azından nasıl takipçi kasılır onu öğrenmiş oldum :)
Bu programdan sonra Hayalimdeki Gelinlik diye bir programın tanıtım filmini çektik. Ben damat olmuştum. Ancak Star TV nedense bu tanıtımı yayınlamadı. Böyle şeyler çok oluyor, artık şaşırmıyorum. Bir keresinde de Benim Tatlı Yalanım dizisine gittim, tesadüfen yine Star TV işi, ilk çekim Kemerburgaz’da, bi taksiciyi oynuyorum, kadını alıp başka bir yere götürücem. Neyse, ordan alıyorum kadını, sahne bu kadar. Birkaç gün sonra devamı yine Beykoz’da. Takside klasik adres tarifi, inerken ücret muhabbeti falan oluyor, genel çekim, yakın çekimler falan alınıyor ama o da ne 2 hafta sonra diziyi izliyorum, ileri-geri ileri-geri sarıyorum sarıyorum benim sahnem yok, dışarıdan bi taksi genel görüntüsü dışında başka da bişey bulamadım. Benim esamem okunmuyor yani. Sen o kadar 2 tam gününü harca ama oynadığına dair bir kanıt olmasın, ne kötü bir his. Hiç yayınlanmaması daha iyiydi en azından. Umut edip yayınlanmasını falan beklemiyosun, yayınlanınca aramaya çalışmıyosun hiç değilse. Hayalimdeki Gelinlik’te de 2 ayrı gün, Kadıköy evlendirme dairesinde ve Bağdat caddesinde koşturmuştuk. Başka bir gün de Ümraniye’de bir gelinlik dükkanında bir sahne çekmiştik. Nedense bu 2 iş beni üzmüştü. Emeğinizin boşa gitmesi hoş bişey değil tabi. Hele ki bu işler sizin için diğer işlere referans olabilecek şeylerse.
Netflix Atiye dizisinde haber spikerini oynadım. Son bölümde başrol bıçaklanıyor, onun haberini sunuyorum. Neyse, dizi yayınlansın diye 2 ay bekledim, sonuçta Netflix ve büyük referans olucak bir iş. Şansa bakın ki, 1. Sezon tam da o bıçaklanma sahnesinde bitiyor. Benim sahne 2. Sezona kalıyor..
Başka başıma gelen enteresan bir olay, gece 3buçukta evimden alınıyorum bir reklam çekimi için, karşı tarafa geçiyoruz anadolu’ya, suadiye’ye. Sabahın 5’inde orda günün aymasını bekliyoruz. Gün aydı, ekip kahvaltısını yaptı, set kuruldu, çekimler başaldı, benim takım elbisem yok diye sahneden çıkarıldım. O gün hiç bişey yapmadan akşama kadar bekledim, belki figürasyon olarak kullanılırım diye, ki bunun bir örneğini de penti reklamında yaşamıştım. Gece Barbaros Bulvarındaki Conrad otelde çekim yapıyoruz. Özge diye bir kız oynuyor başrolde. Biz de onu çeken foto muhabirleriz. Bir de baloya katılan kavalye olduk falan. Bekledikçe farklı rollerde figüran olarak kullanılabiliyorsun bu sektörde. Açıklamaları da şu, biz senin yövmiyeni verdik, istediğimiz gibi kullanma hakkına sahibiz. Nokta.

Artık sektörü iyice öğrendim. Psikolojik ve fiziksel zorluklarına alıştım. Deneyim ve maddi kazanç için küçük büyük az çok demeden gelen işleri kabul ettim. Her geçen gün showreel’lerim arttıkça ve çeşitlendikçe daha iyi bütçeli ve uzun süreli roller almaya başladım. Doğal olarak her standart insan gibi (arkanızda kimse yoksa) emeklemeden yürüyemeyenlerden biriydim ben de. Emekleme aşamalarını atlattım ve şu an yürüyorum. Çok yakın zamanda da o hepinizin merakla beklediği koşulara başlıcam. Sonra da depar atıcam. O hızlı zamanlarım da pek yazma fırsatı bulamam diye şimdi sakince peşin peşin yazayım dedim buraya.

ULAŞ TUZAK