SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

26 Haziran 2019 Çarşamba

Biz'in içindeki "Ben"

Geceden sabaha kadar beynimin içini kemiren solucanlar, ne zaman ben oturup onları ayıklamaya çalışsam ve yazmaya kalkışsam yok oluveriyorlar birden. Böyle de bir şey keşfettim son zamanlarda. Eskiden beni yazmaya iten, yazmazsam rahatlayamayacağımı düşündüğüm hadiseler şimdi yazmaya yeltenmemle birlikte mucizevi şekilde ortadan kayboluyorlar. Uyanınca hafızadan silinmeye başlayan rüyalar gibi.. Acaba diyorum bunlar aslında olay olarak değil de sadece kötü enerji olarak mı beni huzursuz ediyorlar? Kapalı yerde kalma korkusu olan birinin bulunduğu kapalı ortamda kapının kilitli olması ve açık olması arasındaki ruh hali farklılıklarındaki gibi bir durum söz konusu. Önceden yazmak kilitli bir kapıydı benim için ve yazdıkça o kapıyı aralayıp kendimi rahatlatabiliyordum. Şimdi ise bu tecrübeye sahip olduğumdan mıdır nedir, içimdeki sıkıntıyı yazma eylemine dönüştürmeyi düşündüğüm andan itibaren hızlıca silinip gidiyor ifadelerim. Artık tek sıkıntım hisleri kelimelere dökmek oluyor ancak hislerin yoğunluğu azaldığı için bu pek de mümkün olmuyor.
Mesela bu gece bitiyor, sabaha yaklaşıyoruz. Beynimin içi cadı kazanı, fokur fokur kaynıyor. Biraz soğumaya bıraksam uçup gidiyor içinde ne varsa. Gördüğüm düşler hayal değil gerçekler. Bilinçaltımın kıyı köşelerine istiflenmiş bulaşık hepsi. Kalitesiz ilişkilerimin beyin yıkaması artık geri dönüşü olmayan izler bırakmış kılcal damarlarımda. Defolu beyin hücreleri, hayata karşı sarkastik fikirlerimin oluşmasına neden oluyor. Kimseyi, hiç bişeyi ciddiye alamamamın ve tahammülsüzlüğümde hat safhalara erişmemin en büyük sebebi bu sanırım. Hal böyle olunca, hayat da beni kendi çemberinin dışına iteklemekte geç kalmadı tabi. Marjinallik böyle bişey miydi acaba? Yoksa böyle mi ortaya çıkmıştı? Aslında toplumdan ayrı yaşayan insanları bohem olarak önyargılamadan önce acaba onların bir takım sosyokültürel sebeplerden dolayı toplumun dışına itilmiş olma olasılıklarını da hesaba katmamız gerekmez mi?
Yiyecek içecek barınak gibi elzem ihtiyaçlarımı karşıladıktan sonra birkaç yeni elbise ve yeni eşya yahut sosyal statü kazanma adına hiçbir zaman aklıma birilerinin kölesi olmak gelmiyor. Fakat toplumu oluşturan insanlar, refah içinde yaşamayı hep bişeylere sahip olarak gerçekleştirebileceklerine inandıkları için hatta diğerlerinden daha fazla şeye sahip olma içgüdüsü, diğerlerinin sahip olamadığı şeylere sahip olma arzusu yüzünden asıl yaşama gayelerini yitiriyorlar. İşin daha da kötüsü, gün geçtikçe bu yanlış inanç kodlarını birbirlerinin üstlerine püskürterek körüklüyorlar ve daha geniş kitlelere ölümcül bir virüs gibi yayılmasını sağlıyorlar.
Peki neydi bizim asıl gayemiz? Çok basit; sevmek, sevilmek, sevişmek. Bizler sevme bilincimizi sevebilme yeteneğimizi yitirdik. Dolayısıyla sevilmeyi de unuttuk ve en nihayetinde sevişmek nedir onu da bilmiyoruz artık. Tıpkı yeni bir varlığa sahip olmaktaki azılı hırsımız gibi sahiplenmeye çalışıyoruz duygularımızı da ancak sevgi bu tür ortamlarda hiçbir zaman barınamadı, bundan sonra da barınamaz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz bu yüzden, gittikçe bireyselleşiyoruz, bencilleşiyoruz, sancılaşıyoruz, can çekişiyoruz ve galiba manevi yok oluşu yaşıyoruz hep birlikte.

24 Haziran 2019 Pazartesi

Üre(t)mek Sendromu

Adam üretmeye devam ediyordu, çağımıza inat üretmişlik sendromu yaşıyordu..
İhtiyacı olan ne para ne kariyer ne şöhret ne de kadınlardı, o, sıradan erkeklerin ağızlarının suyunu akıtarak övündüğü bunlar gibi bayağı vasıfları umursamıyordu hiç, ona kendisini iyi hissettirebilecek tek şey, beyninin içine sıkışmış düşünceleri oradan kurtarabilmek ve gökyüzüne bir güvercin gibi bırakabilmekti.
Fırsatları değerlendirirken çok cüretkar davranıyordu, bu kez kendisine teklif edilen uluslararası bir şirketin üst düzey yöneticilik teklifni reddetmişti.
Bir sandal kiraladı, avuçlarını tükürüp kürekleri kavradı ve çekmeye başladı. Kadın hayran hayran ona bakıyordu, güçlü kolları ve pazuları onu tahrik ediyordu. Bu sersemsiliğinden bir ara sıyrılıp nereye gittiklerini sordu adama. Adam, hiç istifini bozmadan sandalı küreklemeye devam etti ve bana bi bira açar mısın? dedi. Kadın sorusunu üstelemedi, siyah poşetin içinden çıkardığı buğulu bira şişesinin kapağını çevirerek açtı ve bir yudum alıp adam uzattı. Sanki bi yasağı çiğnemiş gibi eğleniyordu kadın. Adam kürekleri bıraktı, oldukça açılmışlardı zaten, sandal dalganın ivmesiyle denizin üstünde ufka doğru kayarken, adam, beyaz yüzüne turuncu akşam güneşi vurmuş kadını seyrederek birasını yudumlamaya başladı. Bir kaç yudum sonra kadın adama yanaştı, adam şişeyi bitirdi ve denize salladı, boşta kalan eliyle kadını belinden yakaladı, iyice kendine çekti ve dudakları müthiş bir iştahla öpmeye başladı.

Mozarttan greensleeves çalıyordu, ana yola çıktığında direksiyonu aklındaki istikametin tam tersi yönüne kırdı, şehirlerden sıkılmıştı ve hala güneyde keşfedilmeyi bekleyen onlarca manzara vardı.
Güneş tam karşıdan vuruyor, ışınlar asvalt yoldan da yansıyarak polarize polis gözlüğüne rağmen adamın gözlerini kamaştırıyordu.
Adam gözlerini ovuşturdu ve şemsiyenin altında uzandığı kumun üzerinden kalktı, etrafa bakındı. Tahmin edildiği gibi karşısında bir deniz, göl ya da dere gibi her hangi bir kum kaynağı oluşturabilecek su yoktu. Dağ evinin arka bahçesinde özenle inşaa edilmiş saklı havuzun kenarına sızdığının farkına zor varabildi. Viskiyi fazla kaçırmış olmalıydı, yerinden kalktı, havuza atladı, suyun altından tek nefeste süzülerek karşı banttan çıktı. Hemen havuzun köşesinde duş aldı, kurulandı, beyaz ipek gömleğini giydi, gözlüğünü taktı, dört çeker arabasına bindi ve yine spiraller çizerek orman yolundan ovaya doğru üçüncü viteste gaza bastı.
Kara dut ağacının altındaki salıncakta sallanıyordu adam. Her öne seferde bir, arkaya seferde bir olmak üzere toplam iki adet olmuş meyve düşüyordu yere. Sanki ahmak ıslatan bi dut serpiştiriyordu bulutlar. Ayaklarının altındaki yapışkan bordo sıvılar, arıları cezbediyordu. Aralarından biri adamın sol ayak bileğinden soktuğunda, anlık keyif son bulmuş oldu.
Uyandı ve geri yattı adam, eylemsizliği bir saat daha erteleyebilmek için..
Ve adam 1982 model bordeux şarabını mum ışığında otantik dağ evinde yudumlarken kadın ona şu beklenmedik soruyu sordu: peki yarın kiminle sevişiceksin? Adam cevap veremedi, eveledi geveledi, yine senle demek istedi ama bir daha görüşmeyeceklerini çok iyi bildiğinden kızarmış gözleriyle kadına daha odaklı bakmaya başladı, şarap moru dudakları iki kez açıldı kapandı ve üçüncüsünde de titreyerek: kiminle mi? Diyebildi. Kadın pes edecek gibi değildi üstelik eğleniyordu da ayrıca, evet kiminle diye üsteledi kadın, benden daha iyi birini bulabilecek misin acaba? Adam: bilmiyorum, dedi ama sanki bu kadını yatıştırmaktan ziyade daha da tahrik etmek için söylenmiş bir söz gibiydi. Adam, kadına kendisini en iyi olduğunu hissettirmesi için blöf yapmıştı oysa, kadın da tongaya basmıştı ve bu cevabı iltifat olarak algılayan kadın şuursuzca kendini adamın üstüne atıverdi ve bir kez daha seviştiler, elbette son kez..
Adam, üstünde hunharca zıplamaya devam eden kadının altından nasıl kurtulacağını düşünürken bir süre sonra kadın nefes nefese kalmış yorgun bedenini adamın sol yanına bırakıverdi. Ve dün gibi yarın da yalnız olacakları bir güne uyanacaklarını bilerek uyudular.