SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

18 Aralık 2020 Cuma

Gece Gece

 

Geceyi dinliyorum, bir de yağmurun sesini.. kışın ortasında kuş cıvıltıları.. ıslak zeminde ıssızlıği bozan bir araba geçiyor sonra ve ağacın dallarından yere düşen damlaların patırtısını duyuyorum, kalkıyorum yataktan yine uyuyamadım.. Bir buçuk saattir askeri eğitimde gibiyim, sağa dön, sola dön, tanrım bu yataklara durgunluk veren geceler ne zaman bitecek! ıssızlığa biri ıslık çalıyorum, gece gece şeytanları toplayayım bari diyorum başıma üşüşsünler.. onlar da yoklar, onlara da mı sokağa çıkma yasağı var acaba?  peşinden koşarak geldiğim tatlı hayallerimin eşiğindeyim şu an.. belki bu bir doğum sancısı çektiğim, sabahı müjdeleyen hızır'ın beşiğindeyim.. sabahın beşindeyim.. tutunduğum bir dal oyuncak var elimde yalnız, neyse ki adı tükenmez kalem ve iki satır yazabileceğim bir kağıt var yanında tüketeyim diye, o da sararıp solmuş yazık, dijitalleşen dünyada belki de son ajanda 5 sene öncesine ait.. dert ortağım oldu gecenin bu saatinde bana, aferin ona..yarın o da dijital medya da yerini alıcak nasıl olsa.. (Şiir Instagramda..)

13 Aralık 2020 Pazar

U-MUTLU

Ekim ve Kasım aylarını yine boş geçtim, yazamadım. aslında yazmak istedim ama her seferinde klavyenin başına oturup ilk satırları yazıp yazıp sildim. nedendir bilinmez, sanki kendimi ifşa ediyormuşum duygusuna kapılıyorum. boş ver ya diyorum, kime neyi anlatmaya çalışıyorsun ki.. sanki insanların tek derdi benmişim gibi kendikendime gelin güvey oluyorum.. sonra yaz ya diyorum, yaz ya! tarihin tozlu sayfalarına bir anı daha bırak kalsın, belki bir gün gelir okunur diye, seni tanıyan bir kaç kişi tarafından. belki eski bi dost, ya da bi eski sevgili, arama motoruna ismini yazar ve bu yazı çıkar karşısına.. hahhh.. sanki insanlar eskisi gibi yazı okuyormuşçasına yaz ya.. vallahi de yaz, billahi de yaz. çünkü sen yazınca güzelsin, yazınca kendinsin, yazarak ifade edebiliyorsun en güzel şekilde kendini.. kimse okumasa da yaz dostum, yaz, yine yine yaz, gene gene yaz, okumayanlara inat yaz.. duymayanlara inat, görmeyenlere inat.. dijitalleşen dünyaya inat yaz..
dijitalleşen demişken, sahi ne oldu bu dijital meseleler? artık okumuyor insanlar, birbirlerini de dinlemiyorlar, sadece izliyorlar bir ilüzyonu izler gibi, sanki hipnotize olmuşlar gibi, birer zombi gibi onlara sunulan yapay zeka algoritmalarını izliyorlar sadece.. dijital platformlada yaşıyorar, tamamen sanal, tamamen duygusuzca.. ve yalnızlıklarından da bolca şikayet etmeye devam ederek.. dijitalden izliyorlar hayatı, dijitalden yaşıyorlar hayat sandıkları simlasyonu.. gerçekler dışarıda, bunu dünyayı yönetenler çok iyi biliyordu.. herkesi eve kapattılar bir virüs dalgası çıkartıp, evden çalıştırdılar, evden sattılar insanlara ürünlerini, hizmetlerini.. onlar daha da zenginleşti, daha da güçlendi. insanlık sadece gizli güçlerin yönetiminde, onların yarattığı dünya düzeninde yaşamaya mecbur, esir bırakıldı.
aşk lazım aşk, gerçek özgürlük orada.. ama o da dijitalleşti her şey gibi.. dijital aşklar da yapay zeka algoritmaları kararına göre belirleniyor.. sen değil program seçiyor aslında kimi sevmen gerektiğini.. reva mı bu? 
şarkılardaydı aşk.. şarkılar dışarıdaydı, gerçekti, rasyoneldi.. renkler sıcaktı, yumuşak içimli kahve tadındaydı romantizm.. şimdi şarkılar da dijitalleşti.. duyguyu tattığımız tek yer de mekanikleşti, iyice hissizleştirildik. o tatlı duyguların yoksunluğunu çekiyoruz biz son bilenler, onu son tadanlar.. yeni neslin öyle bir şeye ihitiyacı yok, çünkü bilmiyorlar böyle bi şeyin varlığını. onlar tamamen mekanik, tamamen dijital bir algoritma ile büyüdüler. onlar hiç bir şeyi keşfetmek için düşünmediler, onlar adına hep bir program karar verdi, onla sadece uyguladı, hazıra kondular. düşünmediler, düşünmüyorlar ve bundan sonra da asla düşünmeyecekler. çünkü zaten düşünmeleri de istenmiyordu. itaat eden ve verileni sorgusuzca kabul eden bir toplum yaratmaya çalışmışlardı. başardılar.. meyvelerini topluyorlar şimdi.
peki ya biz, benim gibi düşünenler, bazı şeylerin farkında olanlar, ne yapıcaz biz? böyle bir ortamda nasıl birbirimizi bulucaz, nasıl konuşucaz, nasıl çare olucaz dertlerimize, nasıl çözüm bulucaz en azından kendi varlığımızı korumak için, en azından yaşamaya dair bir şeylerin var olduğunu bir birimize kanıtlamak için, birbirimize tutunmak için ne yapıcaz? bizi birbirimizden de ayırdılar.. bir araya gelemiyoruz, tesadüfleri de ortadan kaldırdılar, işlerini hiç şansa da bırakmadılar kusursuz planlamışlar her şeyi, bir bilgisayar programının bütün olasıkları hesapladığı bariz aşikar.. hiç mi hiç şansımız yok beyler bayanlar???
 bence her zaman bir umut var..
 sizi temin ederim bunu size kanıtlıyıcam.. öyle veya böyle yine biz iyi insanlar kazanacak. yok öyle artık güzel atlara binip ardına bile bakmadan usulca gitmek.. bundan sonra atı alan üsküdarı geçmeyecek.. kuzguncukta tatlı bir çay kahve muhabbetleri ile devam edicez yarıda kalan güzel hayatımıza..

19 Eylül 2020 Cumartesi

Aktör Eksper

 


Son 2 aydır bilgisayar başında yazdığım tek konu gayrimenkul değerleme raporu. Muhtelif bankalara konut, villa, işyeri, dükkan, ofis vs. ekspertizi yapıyorum, işim bu oldu pandemiden sonra. Hala İstanbulda’yım. Dün 2 ay sonra ilk defa sete gittim. Malum bir hipermarketin reklam filminde oynadım. Dizi işleri de açılmaya başladı. Önem sırasına göre üst kademeden başlayarak işsiz kalan oyuncular iş yapmaya başladılar. Sıra bize de gelmeye başladı nihayet. Sektöre geri dönmek güzel, özlemişiz. Diğer taraftan, bahaneyle maaşlı sigortalı iş sahibi olmak da güzel oldu. Serbest zamanlı gibi çalışıyorum ama full time kazanıyorum. Allah bereket versin. Şanslı olmak böyle bir şey demek ki.

İşin aslını size anlatmak istiyorum;

Daha önceki yazımda anlatmıştım. Bir dizi işi için Haziran başında Bodrum’dan İstanbul’a geldim. Ancak işler yolunda gitmeyince yine boşta kalmıştım. Yaklaşık 10 gün sonra bir sabah Üsküdar sahilde, Paşalimanı’nda yürüyüş yaparken, Tekel Sahnesinin önünde durup boğazdan geçen devasa gemileri izliyordum. Telefonum çaldı. Kibar bir erkek sesi, rahatlatıcı bir tonda hal hatır sordu. Sonra konuya girdi. Arayan beni defalarca arayan değerleme şirketlerinden birinin insan kaynakları müdürü Harun bey. Eski CV’lerimden bana ulaşmış. Üstelik Bodrum bölgesi için. Ben Bodrum’da olmadığımı artık İstanbul’da olduğumu söyleyip telefonu kapatmak istedim. Ama Harun bey kapatmak istemiyordu, İstanbul’da çalışmak istemez misin? diye sordu. Diğer şirketlere verdiğim net cevabımı hemen yapıştırdım; ben o sektörü bıraktım, artık o işi yapmak istemiyorum. Neden diye sormaya devam etti Harun bey. Kredi faiz oranları düşmüştü, herkes deli gibi konut kredisi çekmeye başlamıştı. İşler çok yoğundu ve eksper sayısı işleri karşılamıyordu. Çılgın gibi gayrimenkul satışı oluyordu. Harun bey CV’mden benim deneyimli olduğumu görmüştü. Üstelik hem İstanbul’da olduğumu, hem de başka bir yerde çalışmadığımı öğrenmişti. Deneyimli bir kurt gibi avını kaçırmak istemiyordu. Tam da istediği gibi bir aday bulmuştu çünkü. Ben reddedip telefonu kapamaya çalıştıkça ısrarla beni telefonda tutmak ve ikna etmek için sorular soruyordu. Şu an ne işle uğraşıyosunuz? Yeterli para kazanabiliyor musunuz? Hayatınızdan memnun musunuza kadar geldi muhabbet. Derken, nasıl manipüle olduysam işi kabul etmişim. Zaten boş boş ne yapsam bu süreçte diye de bi taraftan düşünüyordum. Tam üstüne böyle bir konuşma olunca kabul edivermişim. Harun bey beni İK’dan Ceren hanıma yönlendirmiş, Ceren hanım işe giriş sürecini anlatmış ve kendimi bir gün sonra evrak toplarken bulmuşum. Noterden ha bire bankalar adına tasdikli belge alıyorum. Ne kadar da artmış noter fiyatları..

Ertesi gün evrakları teslim ettim, daha sonraki gün şirket aracını, laptopu ve telefonu verdiler, hadi bakalım vira bismillah sahaya. Bankalara tanımlandıkça işler gelmeye başladı. İlk işim Tuzla Serbest Bölgeden bi fabrika ve Organize Sanayi bölgesinden bi İmalathane. Buyrun burdan yakın. Ben konut raporu bile yazmayı unutmuşken daha önce hiç yazmadığım bu nitelikli işleri nasıl halledicektim. Aldı mı beni bi stress.. neyse ki süreç içerisinde hem denetmen hem de diğer eksper arkadaşlarla tanıştıkça bu zorlu sıkıntılı süreçleri atlattım. Şu an çok memnun ve mutluyum işimden. Diğer taraftan istediğim zaman oyunculuk işlerini de yapabilmek bu işin çok büyük bir artısı bence. Yoğun geçen yaz sezonu sonrasında kredi faiz oranlarının da yükselmesiyle neyse ki çılgınca akan işler yavaşladı ve biz de rahat bir nefes aldık. Merkez rahatlayınca da bu kez Şile işlerine gitmeye başladık. Şile işleri bize tatil gibi geliyor. Hem geziyoruz, hem deniz ve orman havası alıyoruz. Sabah gidersek kahvaltı, öğleden sonra gidersek balık yiyip dönüyoruz. Seviyoruz yani bu hayatı.

Bu arada Üsküdar’dan geçici bir süreliğine Şişli merkeze taşındım. Burası İstanbul’da 1 yıl içinde yaşadığım 5. Ev oluyor. Ne de çok ev değiştiriyorum. Seviyorum değişikliği napayım. Enerjimi yenilemenin bir diğer yolu da bu bence. Buralarda yaşamak da ayrı bir tat. Bomonti’si, Nişantaşı’sı, Maçkası.. Beşiktaş’ı, Sarıyer’i Kilyos’u.. Buralarda da geziyoruz kısacası. Akşamları arka tarafta Şişli Belediyesi’nin karşısındaki parkta basket oynuyoruz kuzenle. Güzel spor oluyor bize. Evde de barfiks çekiyoruz, kolları sırtı omuzu kanatları büyütüyoruz. Avuçlarımızın içi patlasa da sonuç fevkaladenin fevkinde. Postür iyi duruyor yani.

Yakında tekrar Anadolu yakasına taşınıcam. Kısmetse ev almayı düşünüyorum. Arabayı satıp daha pahalı bir ev alamayı düşünüyordum ama şimdi arabayı satınca yenisi almak da epey güç olacağı için bundan vaz geçtim. Hem bi ev bi arabaya beraber sahip olmak daha bi güzel duruyor değil mi? Şirket arabası olsa da, kendi arabamın her zaman evinin önünde durması ayrı bir güven veriyor insana. İşe, şirkete belli olmaz sonuçta, Türkiye’de özel sektör piyasası çok dalgalı en nihayetinde.

Bundan sonraki süreçte ise daha fazla sanatsal ve edebi işlerle uğraşabileceğimi düşünüyorum, bu da beni ayrıca mutlu ediyor. Şu an bu yazıyı yazabilmek bile çok güzel bir duygu benim için. Artık daha sık yazma, daha fazla kitap okuma, daha çok şiir seslendirme, daha daha oynama, fikir yaratma ve icra etmek sürecine girdim. Başarıyı elde etmek çok tatmin edici bir duygu. Ruhum şenleniyor, demleniyorum, tazeleniyorum resmen. Benjamin Button gibi her geçen yıl daha da gençleşiyorum.

 

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Her Şeye Karşı



bişeyleri seviyosan,
onun yanında değil karşısında olmalısın
onun tüm güzelliklerini görmek istiyosan
ona karşısından bakmalısın..

çıktım Fethi Paşa'ya
seyreyledim boğaziçini

gördüm yine köprüyü, Ortaköyü
sonra gitti hayatın kılı yünü tüyü..

sola döndüm, çektim kafayı
gördüm Galata'yı Ayasofya'yı..

Kızkulesi ayağımın dibinde
gönlüm karşının derdinde

daha ne isterim İstanbul'dan?
sevgisi benden, sevgilisi karşıdan.

ulaş tuzak

4 Temmuz 2020 Cumartesi

EMİN ADIMLARLA - özgüven patlaması

Son yazımı yazalı 1 ay olmuş neredeyse. Pandemi süreci devam ediyor hala. sakarya'da yine havai fişak fabrikası patlamış. kafamın içinde klein şarkıları çalıyor. ay dolmadan bir gün önceki haliyle odamın penceresinden bana caka satıyor. yılın en sevdiğim ayındayız. ama akdeniz'de değilim, en sevdiğim yerde, istanbul'dayım. en sevdiğim diğer şey nerede peki? meçhul..
ben aslında bütün düşlerimin peşinde koşturuyor görünürken belki de meçhulü arıyorumdur. hay ben bu şahsiyeti evvelin efkarını sikeyim.. sureti silüeti başka arzularımın perdesi gölgesi olma artık. lütfen yıkıl karşımdan, çek epifizimden göz bebeklerini.. ay hala parlıyor, yaklaşık 3000 km yol almış ben bu iki satırı yazana dek. ne kadar hızlı ve bize ne kadar yavaş, ey izafiyet..! senin de ananı avradını..
cıp tıs dıs da çıtıdısssss mıtıdısss.. haydiiii paşaaaaaa... istanbul'dan gelenler, pardon; Bodrum'dan gelenler dicektim.. bu yıl yaz partilerimizi istanbul'da yapıyok ne gerek var taa horallara gitmeye.. ben zati her neyse.. kopmalara devam mevam.. eğlenme işesi..mişesi..
devam ediyor ya hayat mayat, dertsiz tasasız masasız..
oh ne güzel valla ha, buldum ben havamı mavamı..
kop kop mop mop..
hop hop..
falan filan, fıstık mıstık, arabaya kıstık mı?
ne diyorduk ya, unuttum valla koptu muhabbet bi ara mi ara..
neyse çok da önemli değilmiş anlaşılan, hahahah..
şimdi bunu okuyan bikaç kişi dicek ki ne içti bu adam?
valla bişey içmedim, iki fırt duman muman..
duman dedikse tütün lan.
eeee annat bakam..
şindi ben yaklaşık 3 haftadır ekspertizlik yapıyorum. hani değerleme uzmanıydım ya ben, anlatmıştım, bilen bilir, okuyan zaten bilir. hah o meseleye geri döndüm ben oyunculuk işeleri biraz ucuzlayınca. amma velakin bırakmış değilim tabi, hala devamlı bir dizim var. reklamlar da yakında canlanıcak tekrar ama ben hep içimde sinema filmi barındırıyorum, biliyorsunuz. o gün geldiğinde, çok farklı çok bambaşka şeyler olucak bakın şimdiden buraya yazıyorum. ben artık eski ben olmayıcam. üst versiyona terfi etmiş olucam, bir üst sürüm, ulastuzak.v.02 beta gibi bişey..
aman ya yaşıyoruz işte be güzel güzel..
bugün hemen şimdi en mükemmel beni yaratıyoruz
hemen şimdi en muhteşem en harika beni yarattık ve en müthiş beni izliyoruz şimdi. bugün hemen şimdi en muhteşem beni okuyoruz, en harika ben karşınızdayım. en iyisi olana kadar kendi mükemmelliğimle karşınızdayım. ben bugüğn şimdi tam şu anda çok muyluyum çok huzurluyum çok sağlıklıyım işte ben hemen şimdi çok zenginim tam şu anda çok güçlüyüm çok başarılıyım hemen şimdi çok yetenekliyim ve şimdi tam şu anda çok şanslıyım ve ben hemen şimdi tam şu anda çok yaratıcı zeki ve dahiyim. çok yakışıklı çok çekici çok etkileyiciyim. çok keyif alıyorum hayattan çok eğleniyorum hayat bana güzel hatta hayat bana çok güzel hatta hatta hayat hakkaten çok fazla güzel ve ve hatta hatta hatta hayat çok abartı güzel yani ve hatta daha da güzel yani o kadar güzel ki daha bundan başka ne kadar güzel olabilir ne kadar daha abartabilir dedim sonra bi daha güzelleşti..
aşka ve paraya sahibim, onları çok seviyorum, onlar da beni çok seviyor. aşk ve para bana her yerden kolaylıkla geliyor. para bana her yerden oluk oluk akıyor. aşk bana her yerden kendiliğinden geliyor. şan şöhret beni kolaylıkla her yerde buluyor. şöhreti de çok seviyorum. ben çok zengin çok başarılı çok şanslı çok güçlü bir insanım. ben bir fenomenim.

5 Haziran 2020 Cuma

Korona Günleri


Artık yeni yazı yazma vaktinin geldiğini düşünüyorum. Yaklaşık iki buçuk aydır baya bi şeyler birikti hayata dair. En son doğum günümden sonraki gün dizi setinden sonra İstanbul’dan blabla uygulamasından tanıştığım 3 kişi ile beraber Bodrum istikametine doğru yola çıktım. Mecidiyeköy’den çıkıp Capitol’ün önünde hepsini aldım. Çok güzel bir yolculuk yaptık. İki arkadaşı Bornova’da indirip, aynı yerde bi çifti aldım yola devam ettim. Çifti söke’de bıraktım ve son arkadaşla Bodrum’a kadar devam ettik.
Ailemi özlemişim, bodrumun sakinliğini, müstakil yaşamı, doğal hayatı, bahçemizi, organik bitkilerimizi, ormanın yeşilini, denizin iyotlu turkuazını falan.. annemin mis gibi yemeklerini yedikten sonra tertemiz bir uyku çekmişim. Ertesi sabah komşunun kümesinden aldığımız yumurtalar ve kendi yaptığımız peynirler ile muazzam lezzetli bir kahvaltı yaptım. Sonra sahile çıkıp bir yürüyüş. Sonraki günlerde orman yürüyüşlerim de sıklaşıcaktı. Annemle babamı alıp yalıçiftlik turu yaptık. Tabi her kavşakta jandarmalar ateş kontrolü yapıyorlardı. Bu bölgede çok abes geliyordu böyle kontroller, neyse herkes görevini yapıyor sonuçta diyerek gezmeye devam ediyorduk.
Günler ilerledikçe can sıkıntımı gidermek için kuzenim enişte ve çocuklarıyla vakit geçirmeye başladım. Klasikleşen 101 maçlarımız iddaalı hale gelmişti. Büyük bir hırsla oynuyor, eğleniyorduk. Sonra bi kız arkadaşla tanıştım. Son bir buçuk ayımı onunla geçirdim. Beraber yemek yapıyor, film izliyor ve sevişiyorduk. Karantina günlerinde daha başka ne yapılabilirdi ki? Hiç haber izlemiyor, gündemi takip etmiyorduk. Kendimize kozmik bir yaşam tasarlamıştık, onu yaşıyorduk sadece. Arada eve gidiyor aileme görünüyor, onların ihtiyaçlarını karşılıyordum. Sonra tekrar hatunun yolunu tutuyordum. Hiç bitmeyecek bir döngünün içine saplandığımı düşündüğüm olmuştu. Bu günler hiç geçmeyecek mi acaba?
Her seferinde kendimi, ne güzel yaşıyorsun işte, keyfine bak.. gibi iç seslerimle avutuyordum. Bi gün Akyaka, bigün Marmaris bi gün Muğla’nın şirin güzel köyleri şeklinde gezip takılıyorduk. Nasıl olsa burada yasaklar kalkmıştı. İstediğimiz gibi dışarıda olabiliyorduk. Akşamları yine pratik yemekler yapıp film izlemeye devam ediyorduk.
Babam telefon etti, annen çok hasta çabuk eve gel hastaneye götür bizi. Hadi, hiç dışarı çıkmayan hatta her şeyi abartısıyla yıkayıp paklayan kadın nasıl olur da korona olur? Alelacele eve gittim, yataktan kaldırdığım annemi apar topar hastaneye götürdüm. Tahmin ettiğim gibi rahatsızlığı başka sebeplerden çıktı. Enginar dokunmuş, klasik besin zehirlenmesi gibi bişey..
Bahçemiz çok güzel olmuştu. Salatalıklar ilk mahsüllerini vermeye başladı. Kütür kütür yemesi çok zevkli. Mis gibi kokan domatesler, yumuşacık çıtır biberler.. marulu rokası soğanı sarımsağı hepsini koparıp yemek, hatta yine zeytinyağı ile salatasını yapmak muazzam lezzetli.
Üzümler,  sarmaşık ve begonviller evin terasına kadar çıkmışlar. Onlar için çardak yapmaya karar verdik. Bir hafta uğraşıdan sonra onu da hallettik. Altına da bahçedeki onlarca saksı çiçeğini altına dekore edip güzel bir yaşam alanı daha oluşturduk. Nihayet bizim de deniz manzaralı bir çardağımız olmuş oldu.
Bahçemiz o kadar verimli ki, toprağa ne atsan çıkıyor. Geçen senelerden yiyip çekirdeğini rastgele fırlattığımız erik, kayısı, şeftali, yeni dünya ağaçları boy boy olmuşlar. Limon portakal ve mandalina zaten vardı. Böylece meyve bahçesi de kendiliğinden oluşmuş oldu. Ayrıca Nar, Zeytin ve çağla da mevcut. Hatta, tozlaşmadan dolayı birer metrelik palmiyeler bile çıkmışlar.
Başka bir komşumuz da balıkçı. Zıpkınla balık avlıyor ama oldukça profesyonel, bi gidişte 3-4 kilo toplayıp geliyor. Biz ona limon veriyoruz o da bize balık veriyor. Burada para geçmiyor, takas yöntemiyle alış veriş yapıyoruz.
Mumcular da karaova bölgesinde profesyonel şarap yapan bi abi var. 4 sene önce ben de yapmıştım. Ama o bu işi uzun yıllardan beri yapıyor. Bi trafik kazası sonucu tekerlekli sandalye ile yaşıyor. Bu olaydan sonra kendisini şarapçılığa vermiş. Evinin bahçesine bağ kurmuş ve mahzen inşa etmiş. Hatta, şarap kafe bile yapıp ziyaretçilere açmış. Oldukça yoğun yabancı turist müşterileri var. Şaraplarına patent ve marka bile almış. GAROVA şarapları.. babamla oraya şarap almaya gidiyoruz. Her seferde bir koli alıyoruz, biraz muhabbet sonra sen sağ ben selamet.
Eve gelip bahçedeki taş ocakta balıkları mangala atıyoruz, bahçedeki sebzelerle süper bir salata, yanına da muhteşem Garova şaraplarını açıyoruz, değme keyfimize sonra.
İşte böyle böyle 31 Mayıs’a kadar geldim. 1 Haziran’daki dizi setim için yola çıktım. Tam 8 il geçtim. Muğla-Aydın-İzmir-Balıkesir-Bursa-Yalova-Kocaeli-İstanbul. 750 km. yolu aştım da İstanbul’a geri döndüm.  Her il giriş çıkışlarında trafik polisleriyle muhatap oluşum da ayrı bir komediydi. İzin belgesi soruyorlar, ben de onlara Hes Uygulamasından aldığım kodu gösteriyorum. Kimisi geç diyo, kimisi o geçmiyor evrak yok mu diyor, kimisine ben öğretiyorum. Yani ülkenin polisi bile olaya tam hakim değil. Zorlaya zorlaya bütün polis noktalarından bi şekilde geçtim. İstanbul’a ulaştım nihayet.
Ertesi gün setteyim, ses-ışık-kamera hazır, kayıııııt-oyun..

13 Mart 2020 Cuma

Tek Başıma Yürüyorum Ben Bu Yollarda


Artık 4. Leventten Mecidiyeköy’e yürümüyorum çünkü Mecidiyeköy’e taşındım. Hinterlandım değişti ve yeni rotalarım artık Mecidiyeköy-Taksim, Mecidiyeköy-Beşiktaş oldu. Bazen Harbiye üzerinden Taksim’e, bazen de Fulya üzerinden Beşiktaş’a yürüyorum. İki istikamet de oldukça keyifli. İkisi de yaklaşık yarım saat sürüyor. Bu arada Taksim-Beşiktaş arası mesafe de yaklaşık 20 dakika sürüyor Gümüşsuyu üzerinden. Böylece Mecidiyeköy-Taksim-Beşiktaş üçgeninde yeni bir yaşam alanı kurmuş oldum. Yine de en favori yolum her zaman olduğu gibi Beşiktaş-Ortaköy-Bebek hattı. Tabi bu hat en az 1 saat sürdüğü için her zaman yapılamıyor. Yine de spor amaçlı bikaçgün de bir tekrar etmekte fayda var. Hem deniz kenarı mis gibi iyot havası, hem sahildeki insanların pozitif enerjisi, balık tutanlar, onları bekleyen kediler, köpek gezdiren insanlar, yavaş tempo koşanlar, el ele gezen sevgililer, martıyla (scooter) yanınızdan vızır vızır geçen gençler. Kuruçeşme parkı bence muazzam bir açıkhava aerobik merkezi.
Bu kadar çok yürüyünce bir takım hesaplar da yapıyor insan doğal olarak. Bununla birlikte analiz sonuçları ve yorumlar da ortaya çıkıyor. Mesela ben ortalama saatte 5.5 km/s hızla yürüyorum. Hadi düz hesap 5 km/s olsun. 1 saat 60 dk. olduğuna göre ve 5’e bölersek, 1 km’yi 12 dakikada yürüdüğümü buluyorum. Ben ortalama 10 dk. da yürüyorum 1 km’yi. Bu da demek oluyor ki, dakikada 100 metre yol yapıyorum. Bu benim en tempolu halim. Tempoyu düşürüp biraz rölantide gidersem ki ben buna kordon boyu yürüyüşü diyorum o zaman saatte 4 km/s ye kadar yavaşlıyorum. Bu da 1 km’yi 15 dk. da gitmeme, 100 metreyi 1.5 dakikada yürümeme neden oluyor. Yani ortalama olarak 100 metreyi 1 ila 1.5 dakika aralığında yürüyorum. Tam ortalama alırsak da 75 saniye diyebilirim. Ve ben bu ortalamayla 100 metre dünya rekorundan 8 kat daha yavaş bi şekilde yürüdüğümü buluyorum. Her neyse bu gereksiz bir bilgiydi ama benim düşünce algoritmam bunları es geçmiyor maalesef.
Şu ana kadar telefonumun ölçmüş olduğu gün içerisinde en fazla 33 bin küsür adım atmışım. Bu da demek oluyor ki yaklaşık 23.5 km. Daha önceleri belki daha fazla yürümüş ya da koşmuş olabilirim ama teknoloji çağında ölçmüş olduğum en uzun mesafe şimdilik budur. Daha iyisini yapana kadar en iyisi bu.
Boş zamanlarımı bu şekilde değerlendirmek beni ekstra spor yapmaktan da kurtarıyor açıkçası. Ben spor salonlarında kapalı alanda boğucu bir müzik ve spotların altında, üstüne bir sürü hem cinsin de tıkışmış olduğu bir mekanda spor yapmayı tercih etmem. Böyle bir ortam çok sıkıcı, sevimsiz, olumsuz enerjinin kol gezdiği bi yer benim için. Terleyerek spor yapmayı da tercih etmiyorum zaten. Spor yapmak da bir hobi bir keyif işi benim için, eğlenmeliyim, zevk almalıyım. Aksi halde mecburiyet girdiği zaman işin içine, stres seviyesi artıyor ve zorlanmalar başlıyor. Bu şekilde faydadan çok zararı oluyor sporun. Stresli bir kas yığını yerine stressiz fit bir body’i tercih ediyorum. Dediğim gibi, bir sahilde ya da ormanda yaptığım yürüyüş, hem temiz hava, hem doğanın frekansına yaklaşma, hem zihnimi silkeleme açısından mükemmel bir aktivite. Aynı zamanda tahmin edemeyeceğim kadar da yağ yakıyorum. Göbeğimin ve çevresindeki bütün yağları eriyip gitti. Yüzümden de anlaşılacağı gibi vücudumun her yeri sıkılaştı. Şu an vücudumun yağ oranı %12’nin altında ve muhteşem bir seviye. Boyum 1.80 ve kilom 73 civarında. Bol protein, sebze meyve ve kuruyemiş tüketiyorum. Çok sağlıklı bir bünyeye sahibim.
Bu aralar korona virüsünden dolayı herkes İstanbul’u terk ediyor. Okullar tatil oldu, öğrenciler memleketlerine dönüyor. İnsanlar işlerinden izin alıp Anadolu’ya kaçıyor. Birkaç gün sonra şu reklam ve set işlerim bitince ben de Ege’ye kaçıcam. Baharın gelişiyle beraber doğa rehabilitasyonu yapıp gelicem. İzmir’in dağlarında açan çiçeklerden bir buket sonra Çökertmeden çıktım da Halilim aman başım selamet. Alsancak’ta kordonda gün batarken çiğdem çitlemek, son dönemde moda oldu bi de üzerine bomba yemek.. Ertesi gün Urlada bi kahvaltı ne efsane olur, kahvaltıdan sonra da bi Alaçatı kaçamağı. Sonra Seferihisar üzerinden Kuşadası istikametine transit geçiş.. ve son durak Bodrum. Her sene olduğu gibi Mart sonu ya da Nisan başı deniz sezonunu açarım ben. Bu sene de o işi bi görüp geleyim üzerinize afiyet. Denizin iyotlu suyu ne de iyi gelir şimdi sinüslere, boğaza, bademciğe. Hele ciğerler bayram eder, bronşlar kendine gelir, tertermiz eylerler kendilerini pürü pak oluverirler hemen. Korona morona hak getire sonra. Çelik gibi bir vücuda işlemez hiçbir virüs.
Her şeyin şifresi doğal ve sağlıklı beslenme, güzel bir yaşam, stressiz bir hayat, mutlu geçen zamanların motivasyonu, sevgi, şefkat, huzur gibi duyguların tatmini, doğadaki aşkı keşfetme ve tatma. Yani her şey kendi elimizde, hayata karşı, sisteme karşı teslim olmamak. Elimizden gelen ne varsa, doğallık adına, sevgi adına, pozitif sinerjiyi yaratma adına ne varsa elimizden geleni ardımıza koymayalım lütfen.
Özetle: Yüksek Enerji + Doğru Frekans = Etkili Titreşim yaratır.
Etkili Titreşim dediğim şey ise başarıdır. Başarılı gördüğümüz her şey güzeldir ve güzel bulduğumuz her şey bizi mutlu eder. Mutluluklar üzerimize yağsın.
Bir başka yazıda görüşmek üzere hoşça kalın.

Ulaş TUZAK
@ulastuzak



14 Şubat 2020 Cuma

Kuantumize Aşkla Komedik Unsurlar


4.Leventten Mecidiyeköye yürümek benim için bir klişe haline geldi artık, günlük rutinim de diyebilirim. Çeliktepeden Gültepeye bol rampalı dikey slolom, sonra Gülbağdan Ortaklara kadar sarmal yokuşlu yatay slolom, yaklaşık 2 buçuk KM ve 3000 adım civarı ve benim standartımda bir hızla 30 dk. süreli bir yaya yolculuğu. Hazır İETT ulaşıma da zam yapınca “Her şey çok güzel oldu” bana fark eden bişey yok. Aksine, ben spor yapmaya devam ediyorum. Halkı spora teşvik edici bir belediyecilik anlayışı, herkes yürüsün arkadaş..
Ayrıca, Mecidiköyden Taksim de hemen hemen aynı mesafe ancak düz yol olduğu için daha kolay yürünebiliyor. Yalnız benim en sevdiğim 2 güzergah var; ilki Leventten Ulus Parkına yürümek ve sonunda o eşsiz boğaz manzarasını seyretmek, ikincisi de Beşiktaş’tan Bebek güzergahına yürümek ki burası en sevdiğim parkur yürümek için.
 Önce Çırağan caddesinden çınarların altından ve tarihi dokunun içinden resmi geçit töreni edasıyla geçerim. Sonra Ortaköye varıp kumpir ve waffle kokularının kokoş parfümerisiyle harmanlanıp burnumun direğinde sofistik bir melodi bıraktığı Haute Couture sosyetesinin kervanından geçerim. Boğaziçi köprüsünün devasa manzarasının altından geçip kuruçeşmeye varırım. Kuruçeşme parkında, su adaya karşı oturur hem biraz dinlenir, hem boğazı izlerim.  Ordan kalkıp, Arnavutköye doğru balık tutan ahali başlar, onların olta atışlarına takılmamak için Ocean’s Eleven filmindeki lazer ışınlarından geçmeye çalışan eleman gibi büyük bir titizlik içinde aralarından geçerim. Balıkçılar bitince Bebek parkına gelmiş olursunuz. Hatta ordan da inşirah yokuşundan Etilere çıkarım bazen, bazen de kulağında kulaklık ve eşofmanlarıyla yanımdan geçen hatunun peşine amansızca takılıp Emirgan Tarabya istikametine doğru akıp giderim, dermişim :) ) ) yok deve o kadar da yürünmez tabiki, ayaklarım su mu toplasın.. hatuna takılmaya yok deve dedim sandınız di mi J
Yürürken inanılmaz derece kendimle konuşuyorum, sanki yanımda biri varmış gibi. Arkamdan beni takip eden biri olsa beni şizofren sanır kesin. Yürüdükçe beynim açılıyor, yeni düşünceler, yeni fikirler, yeni duygular falan ve hepsini dillendirmek istiyorum, doğaya anlatıyorum, evrene gönderiyorum bu içimde oluşturduğu titreşimleri. Evet, titreşim demişken, her şeyin evrende her şeyin titreşimden ibaret olduğunu söylemiş miydim size?
Bize hep cansız varlıklar (nesneler, objeler) gördüğümüz dokunduğumuz her şeyin atomlardan ve canlıların da hücrelerden meydana geldiği öğretilmişti. Ancak Hücrelerin de Atomlardan oluştuğunu hiçbir derste anlatmadılar. Hücrenin en fazla organellerini inceledik ama onların da atomlardan oluştuğunu çok sonraları öğrendim ben mesela. Hatta kuantum sayesinde atomların da “quark”lardan meydana geldiğini duyduğumda oha falan olmuştum. Atomun çekirdeğindeki Nötron ve Protonları da parçalamış Cern’deki herifler. Hatta bununla da yetinmemişler kuarkları da parçalayıp onların da sicimlerden oluştuklarını görmüşler. Yani anlayacağınız tüm enerjiler bu ultra mikroskoplarla keşfedilebilen sicimlerin birbirine çarparak tireşim oluşturmasıyla başlıyor. Tanrım sana geliyorum J
Düşündüğüm şeyler bununla da sınırlı değil tabiki. Peki yüreğimizi titreten yüce AŞK da böyle bişey mi? Buna evet denilebilir bence. AŞK enerjisi dünyada hatta evrendeki en yüce en kutsal en etkili güçtür. Ben Aşk’ın Tanrı Olduğunu düşünenlerdenim. Ve biz de Tanrı’nın bu evrendeki kuantumize edilmiş birer parçalarıysak, biz de Aşk ile kendimizi gerçekleştiriyoruz demektir.
Şimdi şöyle bir yanılgı var insanlarda. Aşkı hep başka bir insanda, genellikle de karşı cinste birinde arıyoruz. Doğal olarak, insan zaten dengesiz tutarsız bir varlıktır ve bunu bile bile AŞK gibi, mucizevi bir öneme sahip olan bu kutsal değeri, evrene göre daha basit bir kavramda bulmaya çalışmak, Aşka dair her şeyi ona yüklemek çok mantıksız değil mi? Bu yüzden zaten herkes bir türlü ulaşamıyor aşka. Çünkü onu bir insanda arıyorlar, insanda bulmaya çalışıyorlar. Oysa Aşk arayanın kendi içindedir. Hepimiz Aşk Enerjisiyle yaratıldık. Aşk biziz aslında, Tanrı’nın Aşkının birer parçasıyız hepimiz. Öyleyse bizde olan bir şeyi başkasında aramak ne büyük bir yanılgı.. Şöyle düşünün ki, evdeki yoğurdumuz bizim aşkımız olsun. Onu bitirip tüketip sonra mayayı başkasında aramaya çalışıyoruz yeni bir yoğurt yapmak için. Oysa tencerenin dibinde yarım çay bardağı kadar mayalık bıraksak, kimseyi aramayız öyle değil mi? Aslında bu bizim yüreğimizin dibinde zaten var, biz onu hissedemiyoruz. İşte o Evrenin, Tanrı’nın hazır bize hediye ettiği organik maya, AŞK mayası. Sevgimiz de sütümüz. Şimdi sütümüze bu mayayı katarsak, yani sevgimize aşkımızı katmış oluruz. Aşkla sevmek de böyle yoğurdun tutması gibi bir etki oluşturuyor işte. Şans eseri bu yoğurdu tutturabilen ona sahip çıksın ama biz napıyoruz? Hemen her şeyi çabucak değersizleştirdiğimiz gibi onu da sulandırıyoruz. E yoğurda su katarsan nolur? Ayran olur, bize de o yüzden hep ayran gönüllü diyorlar zaten. J
Ne demiş Fransız üstad Charles Baudelaire; Sarhoş olun! Şiirle, şarkıyla ya da şarapla.. ama bir şekilde sarhoş olun! Burada kastettiği sarhoşluk aşk sarhoşluğudur, o yüzden aslında söylemek istediği şudur: Aşık Olun! Şiirle, Sanatla ya da Erdemle Aşık Olun! Gidin bir insana Aşık olun dememiş, bizdeki bütün sufiler ve tasavvufçular gibi Tanrı’yı arayın, O’nun Aşkının peşinden gidin demiştir. Zira gerçek Aşk, gerçek sarhoşluk odur. O sarhoşluk, o vecd hali, o hoşluk, o keyif sonsuzdur. Yaratıcı güç, yaratıcı enerji odur. Moral motivasyon odur. Ve aslında o AŞK, aradığımız ve bulamadığımız her şey gibi, elimizi uzatsak dokunabileceğimiz kadar yakındır, gözümüzün önünde, burnumuzun dibindedir. Ve biz oraya bakmayı hiç akıl dahi edemeyiz, görmeyiz, görmek istemeyiz. İstemezsek bakmayız, bakmazsak da göremeyiz işte, öyle kısır bir döngüde bocalar dururuz. İşte AŞK tam da göğsünüzün içinde, orda duruyor, soğumuş olabilir, biraz körükleyin hissedeceksiniz. Siz o aşkın Tanrı’nın ordaki enerjisini, sıcaklığını hissetmeye başladığınız an hayata başka türlü bakmaya başlıcaksınız. Gördüklerinizi başka türlü algılamaya başlıcaksınız. Sanki başka bir boyuta geçmişsiniz gibi ki zira öyle, artık başka bir boyutta, diğer insanlardan çok üst bir frekanstasınız artık. İşte o zaman her şeyden zevk almaya başladığınızı farkediceksiniz. Bir insanı asıl o zaman gerçekten sevebileceksiniz, bir hayvanı, bir ağacı, bir deniz kenarını, havayı bulutları gökyüzünü yeryüzünü otları çiçekleri böcekleri ve doğanın yüzlerce belki de yüz binlerce tonunu keşfediceksiniz. Gördüklerinize, duyduklarınıza inanamayacaksınız. Hayaller ülkesi, rüyalar alemindeymişsiniz gibi gelicek hayat size, her gün gördüğünüz şeyleri farklı görmeye başlıcaksınız, algılarınız tamamen estetik zerafetlere göre yeniden dizayn edilmiş olucak. Güzelliğin bakan gözde olduğunu bir kez daha anlayacaksınız. Cennetin işte tam da olduğunuz yer ve o an olduğunu artık söylememe gerek bile yok sanırım. Tadını çıkarın..
Tüm bu anlattıklarıma rağmen benim cennetim hala bir sevgilinin şefkat dolu kucağında yatıp uyumaktır. O yüzden Herkesin Sevgililer Günü’nü tüm AŞK Enerjisiyle kutluyorum. Aşkın kutsal enerjisi üzerinize olsun. Hoşçakalın.. Aşkla kalın..
Ulas tuzak

12 Şubat 2020 Çarşamba

Oyunculuk Hikayeme Giriş


Kamera ile ilk tanışmam lise son sınıfta aldığımız o ilk çıkan kameralı ucuz bir telefon ile olmuştu. Bön bön bakıp ne çekeceğimi ne diyeceğimi bilmeden rastgele kayıt tuşuna basıp kendimi izlemenin verdiği dayanılmaz keyfi hiç unutmuyorum. Tıpkı ilk defa kasetlere teypte yaptığımız ilk ses kaydında almış olduğumuz keyif gibiydi. Bir de en büyük kuzenimin düğünündeki düğün kamerasına çekilmiş görüntülerim mevcutmuş. Görüntüleri izlemedim ama o geceyi hatırlıyorum. Çok fena dağıtmıştık Murat abi ile, herkes bizi izlemişti.Serbest stilde kolbastılar, yerde havada delice tepinmeler, daha neler neler.. kan ter içinde kalmıştık oynamaktan. Aile akraba arasında bayramda seyranda toplanılınca hep anlatılır ve gülünür..
Ama profesyonel anlamda ilk kez kamera karşısına İzmir’de bir ajansta tanıtım videosu çekmek için geçmiştim. Gerçekten kamera karşısında ilk defa olmak çok üst seviyede heyecanlı bir olaydı benim için. Üstelik bir de kendimden bahsedecektim, yani kamera olmasa bile benim ve gözlemlediğim kadar çoğumuzun en zor anlarından biridir kendini tanıtma hadisesi. Şimdi hem kendim hakkında konuşacak ve hem de bunu kamera karşısında yapacaktım. Oldukça terletici ve baya kulak kızartıcı bir aktivite. Neyse ki öyle ya da böyle bir şekilde hallettim. Hallettim de, bu kadar zor anlar yaşadıktan sonra iyi bir rol beklerken bir gece minibüsün içinde oturan yolcu figürasyonu oldum. Hatırladığım kadarıyla TRT Kırmızı Işık belgeseliydi. O görüntüme hiçbir zaman denk gelmedim. Belki de hiç kadraja bile girmemişimdir yahut girmişimdir de arkada flu görüntünün içinde izole olmuşumdur, kim bilir..
Sonraki ise en profesyoneli idi. Foça’da Dalgakıran dizisi çekiliyor. Başrolünde de İlhan Mansız var. Futbolu yeni bırakmış, bir Beşiktaşlı olarak onun inanılmaz hayranıyım. Bir geldi yanımıza, gece çekimi, gözler şiş, kafa bi dünya, göbek desen almış başını gitmiş. Onun olup olmadığına kameranın karşısına geçene kadar inanmadım ki hala da şüphelerim var çünkü dizi 4. Bölümden sonra yayından kaldırıldı. Her neyse, ben o ilk bölümde bir akşam yemeği sahnesinde garsonu oynamıştım. Profesyonel anlamda ilk kamera oyunculuğu deneyimim her ne kadar kısa da olsa o olmuştu. Naçizane bir hatıra kaldı işte.
Tabi ben o sıralar tiyatroya ve oyunculuğa çok takmış durumdayım, kanımın son derece fokur fokur kaynadığı bir dönem de zaten, kameranın tadını da almışım durur muyum? Bırakır mıyım bu işin peşini hiç? Tabi ki de bırakmadım. Bir sinema filmi, adı da Almanya’ya Hoş Geldiniz. Alman yapımı bir film ama yönetmeni gurbetçi bir Alamancı.. Kendi hayat hikayesi herhalde, neyse, orda da bir jandarma karakolunun önünde nöbet tutan bir jandarmayı canlandırıyorum. O filmi de yıllarca aradım, adını bile unutmuşum. Almanya film kalmış aklımda. Başka da bir şey hatırlamıyorum. Bir gün Kebab Connection diye bir film izlerken ordaki çocuğun bizim filmde de olduğunu fark ettim. Denis Moschitto. Sonra onun oynadığı filmleri araştırıp ordan buldum filmin ismini. Almanya’ya Hoş Geldiniz. Sonra bu filmi internette araştırdım ki internet o zaman şimdiki kadar veri zenginliğine sahip değildi, vcd-dvd ciler vardı. Oralara baktım, aradım taradım hiç biyerde yok böyle bi film. Dedim ki heralde Almanya’da gösterim için çektiler ya da festival filmi. Öyle kaldı, hep görüntümü merak ettim durdum. Derken bigün otobüs yolcuğu yapıyorum, o klasik koltuk arkası ekranlar yeni çıkmış. Orda rastgele filmleri kurcalarken bu film çıkmasın mı karşıma? Hayret.. gökte ararken otobüste buldum filmi. Hemen kare kare piksel piksel ileri geri sara sara sonunda kendi sahnemi buldum. İnanın kasketten ve çekimin yan profilden yapılmasından dolayı benim olduğuma dair şahit ister. Hani ben bilmesem orda oynadığımı ben bile inanmam ben olduğuma. O derece yani. Bir de o kadar kısa ki sahne ben diyim 10 saniye, siz deyin 5 saniye. Yani bunun için miydi bu kadar arayış ve umut.
Her neyse, bigün bizim Atilla ile tanıştım İzmir’de bir tiyatroda tanışıp sonra Euterpe Sanat’ı kurduk. Euterpe Sanat olarak sessiz bir kısafilm çektik ama onu da izleyemeden o gruptan ayrıldık, filmin montajını yapan arkadaşı sonra bidaha hiç görmedim bile.
Ati ile Konak Kent Tiyatrosunu kurduk. O sinema okuduğu için bir sürü kısafilm projesi vardı. Hep heycanlı heycanlı projelerini anlatır beni de heveslendirirdi. Yok şeytandı, yok marangozcuydu falan.. Bigün dedim ya Ati artık çekelim şunlardan birini. Ne lazım bunun için, kamera. Bana miniDV bi handycam aldırdı. İlk olarak bikaç belgesel tadında bişeyler çekmeye çalıştık, gezilere gidip Çanakkale Gezisi, Seferihisar gezisi falan çektik Konak Kent Konseyi ile beraber. Yetmedi bir de geçtik kameranın karşısına 3S (Spor-Sanat-Siyaset) hakkında doğaçlama gündemsel atalım tutalım dedik. Tabi o zamanlar youtube, youtuberlık falan yok. Ah keşke olsaydı da, biz de görüntüleri atabilseydik youtube’a, belki de şimdiye fenomen olmuştuk.
Okul bitti 2011’de ve ben İlk kez İstanbul’a yaşamaya geldim. O dönem abim istanbul’daydı onun yanına yerleştim ama o kadar uzaktaydı ki, merkeze gelmem, 2 minibüs, 1 otobüs, 1 tramvay ile 2.5-3 saat sürüyordu. Dedim bu iş böyle olmucak, en iyisi ben merkeze taşınayım, tabi ki en uygun yer neresi? Tahmin ettiğiniz gibi taksim, tepebaşı.. tarlabaşı ile Kasımpaşa arası biyer.. 2012 senesi, aylardan Ocak, her yer kar kış, ben terasta kömürlük gibi bir odada kırık bir cama poşet yapıştırmış şekilde altımda elektrikli battaniye ile yaşamaya çalışıyorum. Bir taraftan Uçurum diye bir dizi işi aldım. Çok heyecanlıyım. Ozan karakteri, ilk bölüm çekiliyor, devamı olabilir. Hayaller, toz pembe hayaller.. İlk sahne Aksaray’da çekiliyor. Mehmet Ali Nuroğlu ile çekiyoruz. O taksici, beni alıp karıma götürüyor. Karım da onun eski nişanlısıymış meğer, falan fıstık.. klasik türk draması. Her neyse, aradan 1 hafta geçti Beykoz’da devam sahnesini çektik. Sonra bi daha bana haber falan gelmedi. O işten sonra bu sektöre uzunca bir süre ara verdim. Askere gittim, dönüşte Bodrum’a gittim. Başka işlerde çalıştım. Tüm hayallerimi, heveslerimi yüreğime gömdüm.  Aradan geçen 7 yıl içimdeki ateşten bir kıvılcım dahi söndüremedi. Hep bir fırsat kolladım tekrar İstanbul’a dönmek için.
Nihayet, 2019 Ağustos ayının 23. Günü, İzmir’den, bu yarım kalan hikayemi belki henüz çeyreği bile yazılmamış hikayemin devamını yazmaya doğru çok büyük umutlarla yola çıktım.
İlk olarak Şampiyon Dizisinde bütün başrollerin olduğu bir sahnede Polis oldum. 2. Bölümün son sahnesi, 3. Bölümün ilk sahnesi. Tolgahan Sayışman’ı tutukluyorum, Erdal Özyağcı’ya hesap soruyorum falan. Hayatımın en önemli sahnesini oynuyorum, bir ustayla oynuyorum. Ne büyük şeref benim için. Ne büyük gurur.
Ardından bildiğiniz diğer işler sırasıyla gelmeye başladı işte. Sonra reklam deneyimlerim oldu, şu an henüz yayınlanmasa da LASSA ve önümüzdeki günlerde çekeceğimiz Ziraat Bankası reklamı.
Bu arada araya sıkıştırdığım bir televizyon programı da var. Malumunuz Beni Takip Et. Onun macerasını Beni Takip Et başlıklı yazımda anlatmıştım zaten. Reality Show formatında instagramda takipçi kasma yarışması. Ödülü 100.000 TL idi. Son hafta elendim ama TV ve Sosyal Medya hakkında detaylı bilgi sahibi oldum diyebilirim. Tek kazancım bu oldu bence. Onun dışında pek de bişey öğrendiğimi söyleyemem ama deneyim deneyimdir. Bu arada çok ilginç bişey öğrendim, dizlere ana cast oyuncu seçimi yapılırken artık takipçi sayılarına bakılarak seçim yapılıyormuş. En azından nasıl takipçi kasılır onu öğrenmiş oldum :)
Bu programdan sonra Hayalimdeki Gelinlik diye bir programın tanıtım filmini çektik. Ben damat olmuştum. Ancak Star TV nedense bu tanıtımı yayınlamadı. Böyle şeyler çok oluyor, artık şaşırmıyorum. Bir keresinde de Benim Tatlı Yalanım dizisine gittim, tesadüfen yine Star TV işi, ilk çekim Kemerburgaz’da, bi taksiciyi oynuyorum, kadını alıp başka bir yere götürücem. Neyse, ordan alıyorum kadını, sahne bu kadar. Birkaç gün sonra devamı yine Beykoz’da. Takside klasik adres tarifi, inerken ücret muhabbeti falan oluyor, genel çekim, yakın çekimler falan alınıyor ama o da ne 2 hafta sonra diziyi izliyorum, ileri-geri ileri-geri sarıyorum sarıyorum benim sahnem yok, dışarıdan bi taksi genel görüntüsü dışında başka da bişey bulamadım. Benim esamem okunmuyor yani. Sen o kadar 2 tam gününü harca ama oynadığına dair bir kanıt olmasın, ne kötü bir his. Hiç yayınlanmaması daha iyiydi en azından. Umut edip yayınlanmasını falan beklemiyosun, yayınlanınca aramaya çalışmıyosun hiç değilse. Hayalimdeki Gelinlik’te de 2 ayrı gün, Kadıköy evlendirme dairesinde ve Bağdat caddesinde koşturmuştuk. Başka bir gün de Ümraniye’de bir gelinlik dükkanında bir sahne çekmiştik. Nedense bu 2 iş beni üzmüştü. Emeğinizin boşa gitmesi hoş bişey değil tabi. Hele ki bu işler sizin için diğer işlere referans olabilecek şeylerse.
Netflix Atiye dizisinde haber spikerini oynadım. Son bölümde başrol bıçaklanıyor, onun haberini sunuyorum. Neyse, dizi yayınlansın diye 2 ay bekledim, sonuçta Netflix ve büyük referans olucak bir iş. Şansa bakın ki, 1. Sezon tam da o bıçaklanma sahnesinde bitiyor. Benim sahne 2. Sezona kalıyor..
Başka başıma gelen enteresan bir olay, gece 3buçukta evimden alınıyorum bir reklam çekimi için, karşı tarafa geçiyoruz anadolu’ya, suadiye’ye. Sabahın 5’inde orda günün aymasını bekliyoruz. Gün aydı, ekip kahvaltısını yaptı, set kuruldu, çekimler başaldı, benim takım elbisem yok diye sahneden çıkarıldım. O gün hiç bişey yapmadan akşama kadar bekledim, belki figürasyon olarak kullanılırım diye, ki bunun bir örneğini de penti reklamında yaşamıştım. Gece Barbaros Bulvarındaki Conrad otelde çekim yapıyoruz. Özge diye bir kız oynuyor başrolde. Biz de onu çeken foto muhabirleriz. Bir de baloya katılan kavalye olduk falan. Bekledikçe farklı rollerde figüran olarak kullanılabiliyorsun bu sektörde. Açıklamaları da şu, biz senin yövmiyeni verdik, istediğimiz gibi kullanma hakkına sahibiz. Nokta.

Artık sektörü iyice öğrendim. Psikolojik ve fiziksel zorluklarına alıştım. Deneyim ve maddi kazanç için küçük büyük az çok demeden gelen işleri kabul ettim. Her geçen gün showreel’lerim arttıkça ve çeşitlendikçe daha iyi bütçeli ve uzun süreli roller almaya başladım. Doğal olarak her standart insan gibi (arkanızda kimse yoksa) emeklemeden yürüyemeyenlerden biriydim ben de. Emekleme aşamalarını atlattım ve şu an yürüyorum. Çok yakın zamanda da o hepinizin merakla beklediği koşulara başlıcam. Sonra da depar atıcam. O hızlı zamanlarım da pek yazma fırsatı bulamam diye şimdi sakince peşin peşin yazayım dedim buraya.

ULAŞ TUZAK

16 Ocak 2020 Perşembe

BAŞARININ SIRRI - K.İ.Ç.S.


Başarıya giden yolda en önemli 4 unsurdan ilki ve bence en önemlisi KARAR verme aşamasıdır. Hangi konuda başarılı olmak istiyoruz? Hayalimiz ne? Ben yıllarca kendime hep bu soruyu sordum. Yıllar içinde sürekli değişip duran cevaplarım yüzünden tam bir hercai olmuştum. Bir türlü tam olarak ne istediğimi bilmiyor bu yüzden de verdiğim kararlar hiçbir zaman içime sinmiyor ve dolayısıyla sonu gelmiyordu, sonlandıramıyordum. Küçüklüğümde hep kendime idol olarak gördüğüm “Atatürk Olmak” düşüncesinin bir ütopya olduğunu anlamamdan sonra kendimi spora verdim. 10 yıl boyunca zeki, çevik ve de ahlaklı bir sporculuk hayatım oldu. Amatör olarak başladığım minder güreşinde lisanslı profesyonel sporculuğa kadar yükseldim. Yerel, bölgesel ve ülke çapında başarılar elde ettim, madalyalar kazandım. Ama ağır antrenman koşulları ve de hem fiziksel hem mental olarak disiplinli bir hayat tarzını tüm yaşantım boyunca sürdüremeyecek olma düşüncesi beni bir karar verme dilemmasına soktu. En iyisi derslerime odaklanmaktı. Matematiğim çok iyiydi, ayrıca çok da seviyordum matematik dersini. Çok iyi bir lise yeni hayalim olmuştu. Ancak vasat bir Anadolu Lisesi deneyiminden sonra ne olacağıma dair bütün fikirlerim yitip gitmişti. Hiçbir zaman klişe bir mesleğim olsun istemiyordum. Hayalimde hiç bi zaman avukat, doktor, mühendis üçlüsü olmadı bu yüzden. Hele ki öğretmen olmayı aklımın ucundan bile geçirmedim. Şimdiki kadar olmasa da o zamanlar da herkesin ünlü olma isteği vardı. Bununla ilgili de o zamanların popüler lafı “ya topçu ya popçu olacaksın” dı. Tabi Anadolu’nun küçük bir yerleşiminde yaşayan biriyseniz, bir de üstüne imkansızlıklar içinde hayat mücadelesi veren bir ailede yaşadıysanız, bu düşünceleriniz tamamiyle hayal ürünü oluyordu. Herkes gibi ben de sıradan bir devlet üniversitesinde, öss puanıma göre rastgele tercihler yapmak zorunda kaldım. Bir yanlış bir yanlışı daha doğurmuştu ve ben hayallerimden bir tık daha uzaklaşmıştım. Hatta o kadar uzaklaşmıştım ki, 360 derece düşünürsek, diğer tarafından da oldukça yaklaşmış olduğumu gördüm. Hani sabaha en yakın olan zamanın gecenin en karanlık olduğu andır, klişesi.. Üniversitenin ilk yılında tiyatro ile tanıştım ve takdir edersiniz ki  şu anki her şeyin kıvılcımı o zaman yanmış oldu.
Yaşım henüz 18 idi ve ben hala kararsızlık deryasında bocalamaya devam ediyordum. Okulu, bölümümü, dersleri, okuldaki insanları sevmiyordum, sevemiyordum bir türlü. O güne kadarki vermiş olduğum yanlış kararlar silsilesi beni tam bir çukurun içine, bataklığa saplamıştı. Buradan kurtulabilmenin en iyi ve tek yolu daha iyi bir karar vermekti, verebilmekti. Ve ben bir karar daha verdim, iyi ya da kötü.. doğru ya da yanlış.. bir karar vermem gerekiyordu ve ben bir karar verdim, verebildim. Okulu bırakıp tiyatro yapmaya başladım. 2 yıl küsür süreyle.. Baktım işler istediğim gibi gitmiyor, okula geri dönüp okulu bitirdim, mezun oldum. Artık ben de bir üniversite lisans mezunu, işsizler ordusuna katılacak yeni bir neferdim. Birkaç işte çalışmayı denedim, baktım yine olmuyor, askere gitmeye karar verdim. 6 ay boyunca ne olacağıma karar vermeyi düşünmekle geçirdim. Onlarca kitap okudum, yetmedi bir de roman yazdım ama ne olacağım, ne yapacağımla ilgili hala bir fikrim yoktu, net bir karar veremedim. Döndüm ailemin yanına, başladım bir kitap dükkanında çalışmaya. Amaçsızca doğaçlama yaşıyordum, hayatın anlamını anlamaya çalışıyor, her gün yeni bir kitap okuyor, felsefe yapıyor yine de bir yere varamıyordum. En sonunda bir kızın peşine düştüm, her şeyi unuttum, anın tadını çıkarmaya verdim kendimi. Derken kızın yüzünden KPSS çalışmaya başladım bir süre sonra. Eğer evlenmek ve de ciddi bir hayat kurmak istiyorsak benim de “düzgün bir iş”im olmalıymış. Bu nedenle bir anda elimde sınav kitapçıklarıyla dershaneye giderken buldum kendimi.  O kadar motive olmuşum ki, son dershane deneme sınavında zirveyi gördüm. 95 puanla liste başıydım. Matematik full 45te 45. Tam dedim oğlum bu iş tamam, devlet memuru oluyorsun ama o da ne? Hatun yok piyasada. Terk etmiş gitmiş bizi. Hadi bakalım buradan yak. Sınava 3 hafta kala yapılır mı bu adilik? Her neyse benim bütün hayallerim sil baştan, e tabi yeni bir karar verme aşaması da cabası.. 3 hafta boyunca hiçbir şey yapmadım, dolayısıyla sınav da pek iç açıcı geçmedi. En güvendiğim matematikte bile 5 boş bikaç tane yanlışım vardı. 84 küsür bir puan almıştım. 90 puan altında atanmak imkansız gibiydi, nitekim atanamadım. Yepisyeni nur topu gibi bir karar verme aşaması daha karşıma çıkmış oldu böylelikle. Karar vermekten sıkılmıştım artık, noluyorsa olsundu bundan sonra. Dedikten sonraki süreçte depresyonik bir yaşamın içine sürüklenmek kaçınılmaz olmuştu. Yaklaşık 2 ay boyunca yatalak hasta gibi yatağımdan çıkmadan yaşayan bir ölü gibiydim. Artık bir karar vermeliydim yoksa sikecektim bu hayatımı. Gidip ziraat bankasına 50 TL yatırdım, yeniden ÖSS’ye girecektim. Spor akademisi okumaya karar verdim. Neden olmasındı? Zaten 10 yıl tecrübeli profesyonel sporcu değimliydim? Yapardım, yapabileceğime inandım ki yataktan kaldırdı bu inanç beni. Sınav harcını yatırdıktan sonra evin yakınında bulunan şehir stadyumunda koşmaya başladım. Form tutmalıydım, kondisyonum eksikti çünkü. Yaklaşık 1 hafta boyunca istikrarlı bir şekilde düz koşularımı yaptıktan sonra özel bir bankanın sınav çağrısı geldi istanbul’dan. O sıra abim de İstanbul’da çalışıyordu. Bastım gittim. Sınava girdim, ilk yazılı aşamayı geçtim. 1 hafta sonra sözlü mülakata çağırdılar. Ona da girdim çıktım ve onun sonucunu beklerken bir başka özel bankadan direk iş teklifi aldım. Hem de Bodrum’da çalışmak için. Düşünmeden kabul ettim. Bu nasıl bir sinerjiydi böyle. 10 gün öncesine kadar yatağında çaresizce hayattan ümidini kesmiş biriyken, bir hafta içinde beden eğitimi öğretmeni olmaya karar verip sınav harcı yatıran, antrenmanlara başlayan ve bir banka sınavı daveti alıp başka bir bankadan iş teklifi alan birisine dönüşmüştüm. Mucize gibi bir şeydi gerçekten. O bankaya girip tam 2 yıl aralıksız çalıştım. Araba aldım. Sonra işten atıldım, yeni bir karar aşaması daha başladı. Anladım ki bu hayatta karar verme süreci hiçbir zaman bitmiyordu, bitmeyecekti de. O yüzden diyorum, başarıya giden en önemli adım Karar vermektir diye, hatta daha da en en en önemlisi Doğru Kararı verebilmektir. Tabi verdiğimiz kararın doğru karar olup olmadığını denemeden asla bilemiyoruz maalesef. Yine eğrisine doğrusuna bakmadan bir karar verdim. Eksper oldum. Manisa-İzmir ve Bodrum’da 1 yıl boyunca gayrimenkul değerledim, raporlar yazdım. Ama fark ettim ki ben bu olmak da bu işi yapmak da istemiyorum. Turizmde barmenlik, Beach’lerde tanıtım organizasyon PR işleri de yaptıktan sonra yaz bitimine yakın ne olursa olsun inceldiği yerden kopsun, atın ölümü arpadan olsun diyerek pılımı pırtımı toplayıp İstanbul’un yolunu tuttum. En azından hayallerime yakın yaşamak da bir şeydir değil mi.
Bir sonraki aşamaya geçebilmem oldukça zamanımı aldı, 30 yıl kadar..Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, nihayetinde içime tümüyle sinecek bir karara varabilmiştim. Ben sanatçı olacaktım. Atatürk olamadım ama O'nun '.. hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz ama Sanatçı olamazsınız' sözüne çok takmıştım. Olucaktım işte, gör bak nasıl oluyorum.. Hıh.. 
KARAR aşamasından sonraki en önemli aşama ise İNANÇ aşamasıdır. Bu aşama da oldukça sıkıntılı ve sürüncemeli bir süreçtir. Çok zordur gerçekten, hem de düşünüldüğünden de zor. Herkes, “inanmak başarmanın yarısıdır” der. Bence inanmak=başarmaktır. Başarmanın %100’üdür inanmak. Burada asıl mesele inanmayı başarmaktır. Sadece beyninizle yada kalbinizle değil, tüm organlarınızla, tüm dokularınızla hatta tüm hücrelerinizle, tüm atomlarınıza kadar bu inancı hissetmelisiniz. Aldığınız her nefeste, iki kalas bir heveste, attığınız her adımda, içtiğiniz her su damlasında, yediğiniz her lokmada buna inanmalısınız. Her gece yatarken en son bunu, her sabah kalktığınızda ilk önce bunu düşünmelisiniz. Hatta rüyanızda bile bunu görmelisiniz. Bununla kafayı sıyırtmalısınız iyice. Hayattan koparmalı bu inanç sizi. Öylesine, ölesiye inanmalısınız. Bu konuda obsesif kompülsif olmalısınız tam manasıyla. Adınızdan daha çok emin olmalısınız bu İnancınıza. Kesinlikle en ufak bir şüphe dahi duymamalısnız. Olmayacağına, yapamayacağınıza dair herhangi bir endişe barındırmamalısınız içinizde. Hatta olduğunu görmelisiniz bile artık. Elinizi uzatsanız alabilecek kadar yakın olduğunuzu bilmelisiniz.
Evet artık inanıyorsunuz gerçekten, hatta öylesine inandınız ki, etrafınızdaki herkesi ikna ettiniz, onlar da en az sizin kadar inanıyor artık. Bakın burası çok önemli; size inanmayanlar bile artık sizden daha çok inanıyor olmuşlar size..
Bir sonraki aşama, ÇABA. Çaba gösterilmeyen hiçbir inanç işe yaramaz, kati suretle meyvesini vermez, inancınız ne kadar çok büyük olursa olsun. Hatta inancı daha da körükleyen şeydir çaba. Ne kadar çok çabalarsanız içinizdeki inanç ve motivasyonunuz o kadar artacaktır. Kararlılığınız kat ve kat artacaktır. Bu aşamada bahaneye yer yoktur. İnsan yapmak isterse bir yol bulur, yapmak istemezse de hep bir bahane bulur.  Tüm imkansızlıklara, tüm olumsuzluklara “RAĞMEN” bir yol bulmak zorundayızdır. İmkansızlıklar içinde imkan yaratmak da bir çabadır sonuçta. Sakın tespit yapmayın bu aşamada, yorum hiç yapmayın. Bu sizi zayıflatır ve yavaşlatır hatta yıpranmanıza sebep olur. Yıpransanız dahi, ki mutlaka yıpranıcaksınız, yıprandığınızın farkına varmamalısınız. Kendinize acıyacak üzülecek vaktiniz yok, olmamalı. Cahil cesareti ile kilitlenmiş olduğunuz hedefe hiç durmadan koşmaya devam edin. Zira siz değilmiydiniz ilkokulda her sabah bu uğurda yürümeye and içen.. Pes etmeden yılmadan çabaladık çabaladık ve yine çabaladık. Sonunda çabalamaktan anamız ağladı, biz de ağladık ama çabalama aşamasında başarıya bir adım daha yaklaştık. KARAR-İNANÇ-ÇABA üçgenini kurabildiyseniz işin %80’ini halletmiş olucaksınız. Buna tüm samimiyetinizle inanın. Çünkü hayatın sırlarından bir tanesi işte burada ilk olarak karşımıza çıkıyor. %80’e %20 kuralı, diğer bir adıyla Pareto kuralı. (İtalyan istatistikçi Vilfredo Pareto’nun keşfettiği bilimsel bir yasa) Özetle açıklamak gerekirse; sorunların %80’i, sebeplerin %20’sinden kaynaklanır. Bir başka örnekte; bir şirketin gelirlerinin %80’i müşterilerinin %20’sinden kaynaklanır. Bununla ilgili olarak yüzlerce örnek var, merak edenler araştırabilir. Bizim konumuza uyarlarsak eğer; başarıya ulaşmak için izleyeceğimiz yolların %80’i, başarının %20’si içindir. Ya da tersinden bakarsak, Başarının %80’i, yaptıklarınızın %20’sinden kaynaklanır. Yani, KARAR-İNANÇ-ÇABA üçlüsü yapacaklarımızın %80’i olmakla beraber, başarımızın sadece %20’sini kazandırmış oluyor. Başarının %80’ini yani başarıyı asıl elde edeceğimiz kısmını yapacaklarımızın %20’lik kısmını yaparak elde edicez. Peki napıcaz? Nedir bu %20’lik kısım?
İşte geldik dananın kuyruğunun koptuğu, kopacağı yere. SABIR’a. Evet, bize başarıyı getiren, getirecek olan son %20’lik parametre SABIR’dır arkadaşlar. Başarıya ulaşma yolunda çaba gösterip de başarılı olamayan, defalarca denediğini söyleyip de bir türlü başaramayan kişilerin hepsinin ortak püf noktası bu. Onlar başarının gelmesi için gereken SABIR’ı gösteremediler.  Elmasa bir kazma uzaklıkta vazgeçen madenci görselini hatırlarsınız. İşte anlatmak istediğim tam da bu. Kendi çabalarını yeterli görüp olamayacağına kanaat getiren insanlardır bunlar. Ünlü bir söz vardır, “Yenilince değil, vazgeçince kaybedersin”diye. Başarıyı elde etmek için çok zaman harcamış olabiliriz, hatta gereğinden de çok olmuş olabilir bu zaman ama “ASLA VAZGEÇME” kuralı  işte tam bu noktada devreye giriyor. Bunun için söylenmiş bir söz bu da. Başarılı olamayan insanların %80’i hep bu noktada pes ettiler. %20’si ise pes etmedi, SABIR gösterip başarılı oldular. Çünkü onlar tüm hücreleriyle, tüm atomlarına kadar inanmışlardı. Daha o ilk aşamada KARAR’larını verdiklerinde bunu başaracaklarını görmüşlerdi. Bu uzun, çetrefilli ve pek sancılı yolculukta asla vazgeçmemeyi göze almışlardı. Bunun sonucunda istedikleri yere haklı gururlarıyla ulaşmayı başardılar. Zaten tüm bu adımları uygulayıp başarılı olamamak da bir mucize olsa gerek.
Artık BAŞARI’nın Sırrını siz de biliyorsunuz.
BAŞARI = KARAR+İNANÇ+ÇABA+SABIR
 Eee o zaman ne duruyorsunuz? İstediğinizi elde edene kadar, başarana kadar;
 PİLAVDAN DÖNENİN KAŞIĞI KIRILSIN!


ULAŞ TUZAK
Tüm Sosyal Medyalarda: @ulastuzak


13 Ocak 2020 Pazartesi

İki Aşık

Gelmeye korkuyorsun..
bende.
Bi de ellerini tutmaya..
İki korkak;
birbirimizin nefeslerine özlemli.
Sürekli bir kaçalım buralardan düşüncesi içerisinde,
asla çekemeyeceği küreklerin düşünde..

Ulaş TUZAK

7 Ocak 2020 Salı

ALTIN PORTAKAL'LAR


Düşündüm de, Milli Değerlerimize o kadar da çok değer vermeyen bir toplum olduğumuzun bir kez daha farkına vardım. Öylesine manipüle edilmiş, öylesine yabancı hayranı olmuşuz ki, kendi baş yapıtlarımızın bile farkında olamıyoruz. Saman alevi gibi hemen unutturuluveriyorlar bize yahut biz balık hafızalı olduk iyice..

Her sene Oscar Törenini hiç kaçırmayız değil mi? Ya da sevgili basınımız biz kaçırsak bile bize her türlü kanaldan bu bilgileri sunar ve defalarca kez hatırlatır. Her türlü kaçırma olasılığımızı ortadan kaldırırlar. Biz de bu bilgiyi bilmekle kendimizi kültürlü sayarız. Son 10 yılın Oscar Filmlerini hemen hemen büyük çoğunluğumuz ezbere sayabilir değil mi? Bununla da övünür pek çoğumuz. Halbuki, kendi kültürümüz, kendi milli değerimiz olan Altın Portakal'da en son ödül alan filmi bile kimse hatırlamaz.. 
İşte bu yazıyı yazma sebebim de tam olarak budur. Bu değeri, bu değerli filmlerimizi, bu değerli yönetmenlerimizi sizlere hatırlatmak istedim.

1964'te 1.si düzenlenen bu güzide festivalimizin ilk olarak En İyi Film ödülünü Senaryosunu Orhan Kemal'in yazdığı ve Halit Refiğ'in yönettiği “Gurbet Kuşları” filmi almıştır.
Bundan sonrakileri merak edenler araştırabilirler ama ben sizler için son 25 yılın filmlerini araştırdım.

İşte o filmler:

1996 – Tabutta Rövaşata /  Derviş Zaim
1997 – Hamam /  Ferzan Özpetek
1998 – Yara /  Yılmaz Arslan
1999 – Salkım Hanımın Taneleri /  Tomris Giritlioğlu
2000 – Güle Güle  /  Zeki Ökten
2001 – Büyük Adam Küçük Aşk / Handan İpekçi
2002 – Uzak /  Nuri Bilge Ceylan
2003 – Karşılaşma /  Ömer Kavur
2004 – Yazı Tura /  Uğur Yücel
2005 – Türev /  Ulaş İnanç
2006 – Kader /  Zeki demirkubuz
2007 – Yumurta /  Semih Kaplanoğlu
2008 – Pazar /  Ben Hopkins
2009 – (Ödül 2 filme verilmiştir)
Bornova Bornova /  İnan Temelkuran &  Kosmos /  Reha Erdem
2010 – Çoğunluk /  Seren Yüce
2011 – Güzel Günler Göreceğiz /  Hasan Tolga Pulat
2012 – Güzelliğin On Par’Etmez /  Hüseyin Tabak
2013 – Kusursuzlar /  Ramin Metin
2014 – Kuzu /  Kutluğ Ataman
2015 – Sarmaşık /  Tolga Karaçelik
2016 – Mavi Bisiklet / Ümit Köreken
2017 – Melekler Beyaz Giyer /  Vivien Qu
2018 – 3 Yüz /  Jafar Panahi
2019 – Bozkır /  Mehmet Tanrısever


Evet, bunlardan kaç tanesini biliyorsunuz? Kaç tanesini izlediniz? Kaç tanesini hatırlıyorsunuz? Kimler oynuyor, konuları ne?

Bence şimdi oturup tek tek bu filmleri izleyin bi kez. Netflix bağımlısı olduğumuz şu günlerde biraz da dönüp kendi üretimlerimize sahip çıkın. Olur ya belki kendinizden bişeyler bulup seversiniz, belki en sevdiğiniz film olabilir bunlardan biri. Hiçbişey olmasa bile belki de farkındalık yaratmış oluruz. Bundan sonraki çekilecek sanat filmlerimizin sayısı artar ve bi bakmışız belki de bir gün bir Türk filmi Oscar ödülünü almış.

Neden olmasın..

Her şey bir sinerjiden ibaret..

Sinerjimize kuvvet..



ULAŞ TUZAK