SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

28 Mayıs 2013 Salı

Sonsuza Keder

Şimdi değilse, ne zaman?
Ya şimdi ya hiç bi zaman
Durum aynıysa her zaman
Neyi bekliyoruz o zaman?

Hep mi zaman, ah be kader
Hep bi aman, eh be birader
Bekle bekle nereye kadar
Ya şimdi ya sonsuza keder..

Halikarnas Şarapçısı
28.05.13

27 Mayıs 2013 Pazartesi

cırlayıpduran gece

konuşma fısıltıya
fısıltı fosurtuya dönüpduru,
ve ende cırcır böcekleri
hakim olupduru geceye

aksiseda yok
rüzgar bile esmeyipduru,
yanan omuzlarımda
tatlı pembe bi acı
kanımdaki alkol oranı
alt seviyelere inmiş
ama gözlerim hala
aynı güzeli görüpduru

yıldızlar çok sevimlile
göz kırpıvatı bi de
yıldızları çok severim
boynundakileri de öyle

dilim varmayıpduru dimeye
dudaklarım titreyipduru
kıramp girivatı çeneme
ama yine de sevipduru
o kan pompası seni

ah bi şişe şarap
olaydı gücüle,
bi de sen sonra
gireydin goynuma
ne güzel sevişipduruduk
emme yoğsun işte
cırcırları dinleyipdurum
nefesinin yerine..

Halikarnas Şarapçısı

19 Mayıs 2013 Pazar

er'keklik

düşlerin deryasında düşünce tutuyorum
sinir ağlarımla..
balık istifi düşünceler düşünce tekneme
oluk oluk akmaya başlayınca
ışıltılı bir görüntü oluşuyor üzerlerinde,
bu parıltıyı kaybetmemek için
sürekli çalışır tutarım teknemi,
tutabildiğim kadar düşünce tutar
birbirine karışana kadar sinir ağlarım..

sinirlenince bazen ağlarım
ama daha çok gülerim
kimse anlamasın diye,
erkekliğe sığdıramam ben de
istemem aciz görünmeyi..

hep güçlü olmayı
en azından öyle görünmeyi,
güçlüden yana arka çıkmayı hep
adet edinmişizdir nedense?

sorarsanız cevabını kimse veremez
açık yüreklilikle..
düzen böyle diye düşünürüz
belki de..
aslında gücümüzü de
sözde gösteririz,
gövde gösterisine yemez
bitaraflarımız,
er meydanında dövüşmeye
gözü kesmez kimsenin..

kaçar dururuz,
bi de bahane uydururuz üstüne
erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır,
diye..

Halikarnas Şarapçısı
yıldızsız bir gece

Arapsaçı'na Döndüm

Kitaplığımın raflarındaki tozları temizlemek için bütün kitaplarımı yere indirdim bugün. Eski kitaplarımın arasından eski ajandam da çıktı. Ajandamın arasından eski sevgilimin iki fotoğrafı düştü, birinde mum alevini yaklaştırarak kocaman yeşilimtırak gözleri çekilmiş, diğerinde ise göğüs dekolteli siyah bir badi ile bol kırmızı rujla boyanmış dudaklarıyla çekilmiş. Fotoğraflara göz atıp tekrar ajandamın içine sakladım ve ajandamın ilk sayfasına yazdığı yazıyı gördüm, sanırım yazıldığından beri ilk defa okumuştum, neden böyle bişey yazmıştı acaba diye uzun uzun düşündüm, bir sonuca varamadım ama karşılaştığım bu durum beni etkilemedi desem yalan olurdu.
İnternete yazdığımda yazının alıntı bir yazı olduğunu fark ettim, bir kez de internetten okudum yazıyı ama birebir uyuşmuyordu, demek ki ezberlemiş ve aklında kalanları yazmıştı o zaman. Bugünleri görüp te mi yazmıştı acaba yoksa ilahi bir önseziyle mi yazdırılmıştı, bu düşünce irkilmeme sebep oldu, tüylerim dikeldi. Neden böyle bir tesadüfle karşılaştırmıştı beni Tanrı, neyin mesajını veriyordu bana ve neden şimdi?
Çok şakınım, istemediğim düşüncelerden kaçamıyorum, bitürlü kurtulamıyorum, her seferinde biyerlerden karşıma çıkıyor onu hatırlatacak materyaller. Hay aksi şeytan, arapsaçını doladı yine etrafıma ve zamanlaması bu kadar mı manidar olabilirdi? Dokunsalar ağlayacağım her an..

Dokunsalar Ağlayacağım

Dokunsalar ağlayacağım, iyi demek adettendir ya, iyiyim dedim..
değilim aslında!
anlatılması zor bir duygu içimdeki. Her harf, her kelime ve her cümle olduğundan ya çok basit,
ya da daha karmaşık bir hale getiriyor dilime getiremediklerimi..
Bir gün konuşmayı unutmak, sadece susmak istiyorum. bir gün susmayı unutmak, olur olmaz konuşmak istiyorum..
Kime, neye konuşursan konuş diyorum. Yeter ki susma!
Hiç bir söz yetmiyor beni bana anlatmama. Dinleyemiyorum kendimi acımadan içim.
Dokunsalar ağlayacağım bir ömür boyu.. ve değseler hüznüme, döküleceğim parça parça..
Bir anlık değil boğulduğum bilinmezlik.
Acısı çıkıyor sustuklarımın. Oysa ben iyiyim görünürde.
Anlamını içime çeke çeke mutluluğa erişemiyorum.
Ya hep ben fazla geldim ya hep bişeyler eksik kaldı..
Şİmdi iyi olan ne varsa, üzerine çizgi çekemediğim kırgınlıklar sarıyor dört yanımı..



Halikarnas Şarapçısı

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Rebeka İtiraf Ediyor

Azgın bir sevişmenin ardından yorgun düşen bedenlerimiz savrulmuştu yatağın iki ucuna. O mışıl mışıl uyurken ben hayatımın en mükemmel seks deneyimini yaşamanın tarifi imkansız çakırkeyifliği içerisindeydim. Hala biraz öncesine kadar yaşananlara inanamıyordum, sanki bir rüyadaymışım da uyanmışım gibi geliyordu.
Bu adam, tipik erkekler gibi kendini tatmin edip beni bir başıma bırakmamıştı, ben orgazmı yaşayana kadar devam etmişti sevişmeye. Yaygın olarak bilinen bencilliği yoktu, bu da beni oldukça etkilemişti. Sanırım sabah, o uyanana kadar, belki de öğlene ya da akşam üzerine doğru uyanacak olması muhtemeldi, ne vakit olursa olsun, onun bu tatlı masum halini izlemeye doyamayacaktım. Hatta dayanamayıp bikaç kez öptüm onu uyurken, ağzından burnundan bal damlıyordu resmen, bu kadar mı tatlı olunurdu yahu.
Böylece birkaç saat geçti, tan vaktinin alacakaranlığı hakimdi dışarıya. Yatağın üstünde oturup, pencereden limon ağacını ve denizi izliyordum. Birden bi kıpırdanma hissettim yatakta ve kafamı yastığa koyup gözlerimi kapadım, çakal öldü yapıyordum Türk halk tabiriyle.
Adam doğruldu, uykulu bir insanın çıkardığı garip iniltili sesler çıkartarak ayağa kalktı ve odadan çıktı. Kısık gözlerle onu takip ediyordum. Başımı kaldırıp göz ucumla onu izledim, antrenin ışığını yaktı ve hemen karşıdaki mutfağa girdi. Bu saatte ne yapacak acaba mutfakta diye düşünürken bardağa doldurulan su sesi geldi. Mesele anlaşılmıştı, bizimki susamıştı meğer. Oysa benden isteseydi ben ona su getirirdim ama uyanık olduğumu bilmiyordu ki, bilse belki rica ederdi, bende seve seve erkeğime bi koşu suyu, sürahiyi hatta damacanayı getirirdim. Kendi ellerimle bardağa doldurur, kendim içirirdim bu dünyanın en mükemmel erkeğine.
Onu düşünürken, biran dalıp gittiğimi fark ettim, hala gelmemişti yatağa ve hala önce bardağa doldurulan su sesi geliyor ardından “gulp gulp” diye yudumlama sesi duyuluyordu gecenin sessizliğinde. Kaçıncı bardağını içiyordu, bu nasıl bir susamışlıktı acaba? Merak ettim ve kalkıp yanına gittim.
Beni gördüğüne şaşırdı, gözleri kanlanmıştı, neden uyandığımı sordu, susadım ben de dedim. Bir bardak su da bana doldurdu. İyi olup olmadığını sordum, midem çok kötü yanıyor dedi, votka yaramamış ona. Şarap içseymiş hiç bişeyi olmazmış. Onu avurtucasına bir ses tonuyla, tamam canım, bidahakine de şarap içeriz dedim. Bidaha mı? diyerek kötü kötü baktı bana, o an ne demek istediğini anlamamıştım, belki yeni yeni anlıyorum anlatmak istediğini.
Su faslını bitirdikten sonra yatağa geri döndük, az önce bana manalı bir şey söylemiş olmanın verdiği suçluluk duygusuyla, pişmanlık tavırları içinde iki kolunun arasına aldı beni, sımsıkı sardı. O an kendimi bir kelebek kadar hafif ve kundaktaki bir bebek kadar korunaklı, huzur içinde ve güvende hissetmiştim. Saçlarımdan başımı, alnımı öpüyor, adeta sevgi kalkanıyla himaye ediyordu beni. Tıpkı kızına sarılan bir baba gibiydi. Onun bu tavırları, beni ona karşı daha da teslimiyetçi yapıyordu. İçimde büyüyen kocaman bir aşk doğuyordu sanki, bu korkunç bir şeydi, aşık olmak!
Kaçınılmaz bir sona doğru sürüklendiğimi fark ettiğimde artık çok geçti, ben bu adama fena halde aşık olmuştum. Umarım o da benim için aynı şeyleri hissediyordur yoksa vay halime.
Hayatımda ilk defa sabahın olmasını hiç istemedim. Bu anın hiç bitmemesini, zamanın tam da bu anda durmasını, böylece donakalmamızı diledim tanrıdan. Bizi mumyalasınlar istedim buraya. Sabah demek, gece görünen hayallerin sona ermesi ve gerçeklerin gün yüzüne çıkması demekti. Gün ışığından hiçbir şey gizlenemiyordu ve acı gerçeklerle yüzleşmek beni tedirgin ediyordu. Ben bunları düşünürken, horozlar sabahın gelişini felaket telalı gibi müjdeliyorlardı ve içime bir ürperme doğuruyorlardı. Her an, kollarında cenneti bulduğum erkeğimden ayırabilirdi beni bu gün ışığı ve aydınlık yok edebilirdi tüm masum hayallerimi.

Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal anlar’

Rebeka'nın Gözünden

Yarıldı bulutlar, güneş göz kırparak ufaldı, 3 dakikadan daha az zamanda denizle göğün kesiştiği mevkiden kayboldu. başka diyarları aydınlatmak için şimdilik bu diyara veda etti.
Gökyüzünün pembelikten turanja daha sonra da sırasıyla eflatun, lacivert ve karanlığın elli tonuna geçiş yapması sonunda gecemiz başlamış oldu.
Teknenin motorundan gelen ses kesilince, onun nefesini daha derinden hissetmeye başladım. Nefesinin sesinde bir titreme vardı, bu heyecanının ne kadar aşırı olduğunu gösteriyordu. Aslında ben bir yabancı iken, o daha fazla yabancılık çekiyordu kendi evinde. Ben ondan daha rahattım açıkçası, buraya gelme kararımı bile oldukça sakin ve yerinde verilmiş bir karar olarak buldum. Yayıldıkça yayıldım evin her köşesine, o andan itibaren ev benimdi sanki, adeta sihirli bir güçle ele geçirmiştim burayı. Öyle de güzel ve şirin bir evdi ki, gören herkes bu ev kendisinin olmasını isterdi mutlaka. O ise böyle bir eve sahip olmasını umursamıyordu, bütün derdi benimle beraber geçirebileceği bir geceydi. Bu gece için bu evini bile kayıtsızca satabilirdi. Onun bu acizliğine acıdım desem yeridir, yine de çok tatlı görünüyordu gözüme, sırf bu tatlılığı yüzünden onunla sevişebilirdim.
Adamın her geçen dakika karşımda sarhoş olmaya başlaması beni endişelendirse de, bu durumun onun stresini azaltmaya ve heyecanını yatıştırmaya katkısı olduğundan müdahale etmiyordum daha da içmesine. Belki de şarap yerine votka içmesi neden olmuştu bu duruma. Bu ezber bozuş sendelemişti onu, çarpılmıştı çabucak.
İlk bardağı ondan önce bitirmiş olmamı baya bi kafasına takmış, içerlemişti. Sonraki 4 bardağı da benden önce bitirerek erkeklik gururunu kurtarmaya çalıştı aklınca. Bense onun bu halini sevecenlikle izlemeye devam ettim. Gittikçe sersemleşiyor, daha bi şapşallaşıyordu karşımda ama bi o kadar da tatlılaşıyor, dayanılmaz derecede sevişme iç güdümü tetikliyor, an be an tahrik ediyordu beni.. Bir erkeği karşımda böylesine teslim olmuş şekilde çok nadir görürdüm, belki de bir ilkti bu. Aslında cesaret konusunda ne kadar atıp tutsalar da içlerinde hep bi ana kuzusu barındırırlardı. Bu ana kuzusu adamları çok tatlı buluyorum nedense, bana çok doğal geliyorlar, genelde kimseye göstermedikleri, bilinç altlarındaki en gerçek halleri bunlardı oysa. Böylesine masum bir erkekle sevişmek, tadından yenmezdi şimdi.
Onu elinden tuttum ve masadan kaldırdım, sendeleyen bedenini ayakta tutabilmek için kolunun altına girdim ve yatağına kadar taşıdım. Ancak yatağına yatırırken ondan kurtulamadım, beraber yuvarlandık bazanın üstüne. Bu yuvarlanış, sabaha kadar sürecek ateşli bir gece yarısının kıvılcımı olmuştu adeta.
Öpüşmeye ve üzerimizdekileri parçalarcasına çıkarmaya başladık. Henüz biraz önce yarı ölü gibi yatağa zor getirdiğim adam, bir anda kaplana dönüşmüş, beni altına almış ve bütün arzuları şaha kalkmış şekilde geziniyordu bedenimde..

Halikarnas Şarapçısı
'şaraplı geceler'

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Rebeka, Votka, Limon

Gece diskoya gitmeyi isteyen Rebeka'yı, bu planından caydırmayı başarmıştım ve beraber Güvercinliğe, benim şirin mi şirin, tatlı mı tatlı, içine girildiğinde insana huzur veren şaraphane görünümlü evceğizime gelmiştik.
Evim her an beklenmeyen bir konuğun gelebilme ihtimaline karşı derli topluydu bulunuyordu. önceleri buna hiç dikkat etmezdim ama burada bu konuya çok önem vermeye başladım nedense. Evden çıkmadan evvel kabataslak her yeri kontrol ediyordum, eksik gedik bişeyler var mı diye.
Ev işlerinde beceremediğim bi tek ütü kaldı, mesela hala gömlek ve tişörtlerimi ütüleyemiyorum hala. Bu konuda bi kadına ihtiyacım var sanırım. Sırf bu yüzden evlenmeyi düşünebilir insan. Garip bir evlenme sebebi değil mi? Bence bir çok insanın evlenme sebebinden daha mantıklıca.
Her neyse, konuyu dağıtmadan Rebeka'ya döneyim. Kendisi tipik kadın psikolojisine sahip olduğu için, (dünyanın neresine giderseniz gidin kadınlar hep böyledir) beklemeye ve ilgisizliğe tahammül edemezler. Hatta bunu bir onur ve gurur meselesi haline getirmeyi başarırlar her seferinde. Bir süre sonra bu triplerinin yersiz olduğunu anlayıp kendileri de sıkılırlar ama bi kere poza girmişlerdir, o flaş patlamadan bozmazlar pozlarını. Neyse, biz de basalım deklanşöre de daha fazla kasılıp kalmasınlar öyle.
Rebeka'ya "ne içersin?" diye sorduğumda, sanki daha önce bu soruyu soracağımı biliyormuş gibi hiç düşünmeden "votka" dedi. "Şarap içmez misin?" diye değiştirdim sorumu, maniplasyon moduna geçtim, çünkü ben pek votka sevmezdim ve başbaşa içtiğim bir ortamda karşımdaki insanın da benim zevklerime uyması beni olduğundan fazla memnun ederdi.
Ama Rebeka, Lola gibi, "tamam olur" ya da "farketmez" demiyordu, kararlıydı, ille de votka içecekti o. Onun bu kararlılığı beni fena etkilemiş olacak ki, çok hoşuma gitti bu tutumu.
Hayatım boyunca, kendi kararlarını kendi verebilen ve mümkün mertebe erkeğini yönlendirebilen kadınlardan yana olmuşumdur. Deyiş yerindeyse, "ben bilmem beyim bilir" diyen kezbanları, ne kadar güzel olsalar dahi, hep itici ve değersiz bulmuşumdur.
Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla, Rebeka, disko muhabbeti dışında kendi istekleri konusunda ısrarcıydı. Aslında buraya gelme konusundaki kararını da kendi vermiş olmalı desem yalan olmazdı heralde. Zira çok ısrar etmemiştim, hatta bir sefer teklif etmem yetmişti onun buraya gelmek istemesine. Değişiklik, insanlara her zaman cazip gelir, Rebeka da bu cazibeye kapılmıştı büyük ihtimalle.
Ona istediği votkayı verdim, balkona çıkıp limon ağacını görünce, dalından sıkılma limon suyunu votkasına katmak istedi, oysa bu benim aklıma daha önce neden gelmemişti?
Ben de bu tadı denemek istedim. Elimdeki şarabın mantarını açmaktan vazgeçip, şişeyi bir kenara koydum. Onu bu akşam votka-limon ile aldatacaktım.
Yıllar önce pazardan satın alınma ihtimali çok yüksek olan ve belki de antika değeri olabilecek plastik bir meyve sıkacağı ile Rebeka'nın dalından kopardığı limonları ikiye bölüp sıktık. Üçte birini votka ile doldurduğumuz uzun ince bardakların geri kalan kısmını taze sıkılmış limon suyumuz ile tamamladık. Limon parçacıkları votkanın içinde kurtçuk gibi kıpırdanırken bardaklarımızı kaldırıp birbirine vurduk, çınnn..
Ben bir yudum almışken, onun bardağı fondip yapması karşısında mahcubiyetimle karışık şaşkınlığımı gizleyemedim. O da bu şaşkın suratıma ağzını kocaman açarak ve can-ı içinden gelen yüksek desibel sesi ile güldü. Bu ezikiliğimi geçiştirmek için ben de diktim bardağı kafama ve suya yanmış ameleler gibi yudumlamaya başladım votkayı. Midemin nasıl yandığını anlatmaya gerek yok sanırım, alkol ve limon asidinin karışımıydı söz konusu olan.


Halikarnas Şarapçısı

Bikaçgün önce Bodrum yakınlarında..

12 Mayıs 2013 Pazar

Halo Rebeka!



İlk bakışta onu bir rus sanabilirsiniz, önümden süzülerek geçtiğinde ben de öyle sanmıştım. O anda dünyanın en pahalı şarabı mı yoksa bu kız mı? diye sorsalar, tereddüt bile etmeden bu kız derdim. Öyle bir bakışta sarhoş edici etkisi vardı. Böyle kızların şaraptan daha kötü baş ağrısı yaptığını da hesaba katmıyordum ayrıca.
Her neyse, aşırı bir özgüven patlamasının cesareti ile yaklaştım kıza, tipik türk misafirperverliği ile muhabbete girdim, gülümseyerek. Bu arada artık dişlerimi göstermeyi ihmal etmiyordum gülümserken, çünkü aksinin sahte bi etki uyandırdığını öğrenmiştim. Her ne kadar dişlerim mükemmel olmasa da hissettiklerimin mükemmel şeyler olduğunu gösterebiliyordum artık.
Neyse lafı fazla dolandırmayayım, her türk önyargısıyla, dünyanın her yerinde rus denebilecek bu Barbie bebek kılıklı hatun, gerçekte Macar bi babanın Hırvat bi anneyle olan ilişkisinden meydana gelen, balkan melezi bir yavruydu.
Halihazırdaki bilinmezliğiyle tüm çekici büyüsünü üzerinde barındırıyordu. Keşfedilmeye hazır tropik bir adaydı sanki okyanus ortasında biyerde. Onu keşfe çıkacak bir denizci gibi hissettim kendimi. Tekneme atladım, yelkenler fora.
Nedense böylesine insan üstü güzellikler karşısında engel olmadığım bir zaafım vardı. Teknemin halatı, özenle atılmış denizci düğümü, kendiliğinden çözülüveriyordu bu durumlarda ve azgın dalgaların eşliğinde sürüklemeye başlıyordu beni rüzgar. Bu sürükleniş bana Lola’nın varlığını bile unutturmuştu hemen.
İyi bir arkadaş olma yolunda ilerliyorduk, çünkü bu sefer, en azından onun adına konuşmak gerekirse sevişmeyi düşünmemiştik. Beni ise ona doğru çeken, doğanın en büyük yasası olan üreme içgüdüsü hala pimi çekilmemiş bir bomba gibi bekliyordu içimde.
Bodrum’un en güzel manzarasının bulunduğu değirmenlere götürdüm onu. Eline de kız birası olan miller’dan tutuşturdum ve ben de erkek birası olan efes’i aldım elime, şişelerimizi tokuştururken sanki kahvaltıda yumurta tokuşturuyormuşuz hırsını sezdim Rebeka’da. Biralarımızı iki yanı koy olan bükte, güneşin batışı eşliğinde yudumlarken ben, Rebeka’nın doğal pembe dudaklarına yapışmamak için dişlerimi sıkıyordum. O ise kendi yüzünü göremediği için hala manzaya hayran olmakla meşguldü.

Halikarnas Şarapçısı
11.05.13/Bodrum

9 Mayıs 2013 Perşembe

Elveda Lola

Tüm yanılsamaların ardından sadece tensel bir mecrada dolanan ilişkimizden sıkılmıştım. Halbuki o çok eğleniyor görünüyordu. Onun bu tek taraflı memnuniyeti beni çileden çıkartıyordu. Nasıl bir bencillikti bu? Bir insan eğleniyorken karşısındakinin duygularını neden anlamaya çalışmazdı ki, hele de onunla sevişiyorsa. Aramızda bir garipliğin olmasını anlamaması onun adına talihsizlikti.
Sabahki ereksiyonun sebep olduğu son sevişmemizin ardından apar topar evden çıkarttım onu. Başka türlü hiç gitmeye niyeti yoktu çünkü, hani kal desem kalacaktı. Ben işten dönünceye kadar evi silip süpürecek sonra da yemek hazırlayıp beni bekleyecek potansiyeli gördüm gözlerinde. Ağzımdan çıkacak bir sözüme odaklanmış, gözlerimin içine bakıyordu. Çıkar ağzındaki baklayı, hadi dökül diyordu sanki. Oysa o bakla bi çıksa ağzımdan, neler olabileceğini zaten anlatmıştım sizlere.
Yola çıkıp minibüse bindik. Lola’nın yüzünde bir durgunluk hakimdi. Yol boyunca hiç konuşmadık, olacakların farkındaydı sanırım. Kafasını bir kez olsun pencereden bana doğru çevirip bakmadı bile yüzüme. Denizi, ağaçları, otelleri izleyerek sessiz sedasız Bodrum merkeze geldik.
Onu oteline bırakmayı teklif ettim, kabul etmedi. Nezaketen ısrar edecek oldum ama gözlerindeki nefreti görmem bu ısrarımın daha fazla sürgit yapmaya elverişli olmadığını anlattı bana. Zaten biran evvel ondan kurtulmak istiyordum, yanımda hatta sırtımda koskocaman bir yük ile dolaşıyordum sanki. Ah şu duygular..
Hiç sarılmadık, ellerimiz ellerimize bile değmedi, tokalaşmadık ayrılırken. Göz ucuyla birbirimizi ittik sanki mıknatıstan kopan iki parça gibi. Bir daha da birleşmemiz söz konusu değildi. Meçhul karanlık ebediyete doğru uzaklaştık, uzaklaştıkça ben rahatladım, sanıyorum o benim kadar şanslı değildi, içindeki acıyı tahmin edebiliyordum. Bunu daha önce defalarca yaşamış ve de yaşatmıştım, hatırı sayılır bir tecrübeye sahiptim bu konuda..

Halikarnas Şarapçısı

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Lola'nın Bilmediği Gerçekler ve Şeytan Tüyü



Lola, deniz kıyısındaki şirin evimi çok beğendi. Buradaki anormal şekilde geçirdiğim yaşantımdan bir hayli etkilendiğini söyledi. Bu arada ilk tanıştığımızda bana oynadığı oyununu anlattı. Lola, çok iyi hatta benden bile daha iyi İngilizce konuşuyordu. Neden bilmiyormuş gibi davrandığını açıklaması, çok zeki bir kadın olduğu izlenimi yarattı. Erkeklerin kadınlara ve Türklerin yabancılara karşı olan ilgilenme zaaflarını kullanmıştı. Hale bakın ki, Türk bir erkeğin, yabancı bir kadına olan ilgilenmesi herhalde tam isabet olmuştu. Bu karşı koyulmaz iki zaafın oluşturduğu güçlü arzu, tutkuya dönüşüvermiş, beyaz köpüklü turkuaz dalgaların içinde sürüklenip gitmiştim. O da bu çaresizliğimden istifade edip beni cinselliğine ve güzelliğine hapsetmişti dişi tarantulalar gibi, namı diğer karadullar. Tıpkı onların tabiatında olduğu gibi, bu ilişkiden sonra Lola’nın beni zehriyle öldürerek yiyebileceğini düşündüm. Bu fantastik düşüncem bile çok hoşuma gitti o an.
Her neyse, İngilizce konuşarak, aramızdaki tek problem olan iletişim problemini de aşmış bulunuyorduk. Konuştukça zekasına olan hayranlığım daha da artıyor, bu hayranlığımı güzelliğine olan hayranlığımla birleştirince gözüme tanrısal, büyülü bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. Bu kadının önünde secde etmemek elde değildi, içimde ona tapınma iç güdüsü doğmuştu bi kere. Ona bayılıyordum, yüzüne baktıkça yüreğime şerbetler akıyor ve damarlarımdan tüm vücuduma yayılıyordu.
Sevişmeden önceki bu ihtirasın, sevişmeden sonra kaybolmaması, aksine artarak daha güçlü bir tutkuya dönüşmesi, ona tapacak derecede aşık olduğumun açıkça beyanıydı adeta.
Bir yanından deniz, bir yanında orman manzarası bulunun ve limon ağacının yeşil yaprakları, koyu kahve dalları ve sarı meyveleriyle hoş bir dekor oluşturduğu balkona çıktık. İki kişilik ahşap mini bir masa ve iki iskemle bulunuyordu, üzerinde de şamdan. Masaya oturduk, şamdanın üzerinde yarım kalan erimiş mumları yaktım, ortama aromalı mum kokusu yayılmaya başlarken, bir yandan da şişenin mantarını açmış, kadehlerimize rose şarabı dolduruyordum.
Bu egzotik anın tam ortasında, birbirimizin gözleri içinde kendi mutluluğumuzu izliyorduk. Birden bişeyler söylemeye yeltendi, işaret parmağımla dudaklarına dokunup onu susturdum. İçimdeki tüm şehveti ona anlatmak istiyordum ama söze nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum. Bu duraksamamdan yararlanarak konuşmak için bir hamle daha yaptı, bu kez durduramadım onu. İçinde ne varsa döküldü, bana olan hayranlığından tutun da, aşkın ta kendisinin benim olduğuma kadar sürüp gitti muhabbeti.
Onun bu acı itirafı, içimdeki aşkı yerle bir etmişti. Onu saniyeler içerisinde küçücük, karanlık bir insan silueti haline getirmişti karşımda. O anda, masadan devrilen kadehin yere düşüp dağılması gibi, ben de yere çakılmıştım ve paramparça olmuştu yüreğim. Az önce aşkımı itiraf etmeye hazırlandığım kadın karşısında buz kesilmiştim resmen. Onu bu kadar gözümde değersizleştiren şeyin ne olduğunu düşünmeye çalıştım. Kurşun yemiş bir insan gibi peltekleşmişti dilim. Öksürmeye başladım, ağzımdan kan gelir gibi, dudaklarımın yanından şarap akıyordu boynuma doğru.
Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Biraz evvel, onu Tanrıçalaştıran, ben değil miydim? Secde edip önünde kapanacak, sarhoşluğum geçene kadar kucağında ibadet edecek, ona tapıncak kişi ben değil miydim? Neydi şimdi bu hissettiklerim? Bu duygusal bozuklukta neyin nesiydi, bu kadarı da fazlaydı artık! Nasıl bu kadar hızlı bir başkalaşım geçirebilirdi duygular? Kendime ve duygulara hayretler ettim.
Bir yandan da içimde engelleyemediğim bir ego dışa vurdu kendini. Kısa süreli acayip bir özgüven patlaması yaşadım. “Bende de ne şeytan tüyü var arkadaş, kiminle yatsam bana aşık oluyor.”
Ben tutkunun ‘ulaşılmazlık’ olduğunu bir kez daha ispatladım o gece. Nasıl ki Tanrı’yı Tanrı yapan O’na ulaşılmazlık ise, aşkı da aşk yapan bu fenomendi.
Lola’nın benimle eğlenip, sonra beklenildiği şekilde beni terk edip gideceği düşüncesi, ona deliler gibi aşık olduğumu zannettirdi bana fakat bana olan aşk itirafı onu gözümde un ufak etti, küçülttü, değersizleştirdi, büyüsünü kaybetti. Ben onu etkilemeyi başarmıştım ya, artık o da cepteydi ya! Her ne kadar şimdi sokağa çıksa, onu gören yüzlerce erkeğin peşinden depar atarcasına koşacağına emin olsam da, onun beni seçmiş olduğunu bilmek ona olan ilgimi kaybettiriyordu. Yani ona oynayacağım içinde belirsizlik barındıran gizli küçük aşk oyunları sona ermişti. Benim de bir ilişkide en çok keyif aldığım durum bu oyunlardı.
Bunu bilmek gururumu okşasa da, kalbimde bir iticilik, bir tiksinti oluşturuyordu. Evet, biliyorum, normal bi durum değil bu bendeki, hatta böyle hissettiğimi bilse, o anda gülerek müthiş tatlılıkla gözlerimin içine bakmayı sürdürmezdi heralde. Muhtemelen, elindeki kadehi şerefsizliğime kaldırıp, içindeki şarabı suratıma boca ederdi, sonra tükürürdü yüzüme, iğrenerek bakardı bana. Bildiği bütün argo kelimeleri kullanarak, lisanı nezaketini bozmadan nefretini kusardı üstüme ve ardına bile bakmadan çıkar giderdi evimden.
Ben görmesem bile bilirdim ki, o gururu erinmiş gözlerinin her iki tarafından şelale gibi yaşlar süzülürdü yüzünden, çenesinin altından damlamaya başlardı. İki gözü iki kan çanağını andırırcasına yürür, burnunu çeke çeke tüm olanlara ve saflığından dolayı kendine lanetler okurdu.
Neyse ki henüz bu düşüncelerimden habersizdi ve tüm bu düşünceler dilimin altında bakla olarak kaldı. Çünkü hala bir çift lacivert masum göz, beni mutluluklar içerisinde seyrediyordu, kim bilir neler hayal ediyordu. Bu durumda kimseyi hayal kırıklığına uğratmak adetim değildir, istesem de yapamam böyle bir şeyi.
Lola karşımda oldukça mutlu ve güzel görünüyordu. Onu bu haliyle gören dünyanın bütün erkeklerinin ve hatta tüm lezbiyenlerinin ona aşık olmaktan başka çareleri kalmazdı. O ise tüm tatlılığıyla bana bakıyor, gülümsüyor, beni tahrik etmek için dudağını ısırıyor ve bir kez daha sevişmek için kur yapıyordu bana.


Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal anlar’

7 Mayıs 2013 Salı

LOLA

Tahmin ettiğim gibi marinada Lola ile karşılaştım. Bu karşılaşma gerçekten de iyi bir tesadüf olmuştu. Yoksa geçen seferki yaşananları beynimin bana oynadığı şizofren düşüncelerden oluşan bir yanılsama olduğunu zannedip duracaktım. Lola beni görünce kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Ben de ona aynı şekilde gülümsedim. Birbirimize tamamen yaklaşınca, ben elimi uzatmışken o elimi es geçip dudaklarını dudaklarıma götürdü, şaşaladım kaldım. Mermerden yapılmış bir heykel gibi donakaldım. Kalbim mi durmuştu yoksa zaman mı durmuştu belli değildi. İşaret parmağının ucuyla eğer göğsüme dokunup dürtmeseydi beni sonsuza kadar orada öylece kalabilirdim. Ben yeniden canlanınca el ele tutuşup azmakbaşı tarafına doğru yürüdük. Çat pat öğrendiği türkçe kelimelerle konuşmaya çalışıyordu. Bu jestinden etkilenmediğimi söylesem yalan olurdu. Onun bu tavrında zaten beni etkilemek için olduğunu anlamış ama çaktırmamıştım. Çok hoşuma gittiğini ona beden diliyle anlatmaya çalıştım, daha da anlamamış olma ihtimalini göz önünde bulundurarak dudaklarını öpmeye teşebbüs ettim ve öptüm tekrardan. Sanki geçen gün deliler gibi sevişen biz değilmişiz gibi bir yabancılık çekiyordum. Yine de içimde engelleyemediğim, bir türlü gem vuramadığım bir arzuyla onu sürekli öpmem dürtüsü beni itekleyip duruyordu. Bu ilk cüretimden sonra, biyere oturana, oturup güneşi batırana, bişeyler içip hava iyicene kararana kadar kaç kez daha onu öptüğümü hatırlamıyordum. Neresine denk gelirse onu öpüyordum. Dudağını, yanağını, elmacık kemiklerini, alnını, gözlerini, burnunu, tekrar dudaklarını, çenesini, kulak memesini, boynunu, saçlarını ve bir kez daha dudaklarını öpüyordum. Kendimi durduramıyordum, hep ama hep öpmek, hatta ısırıp yemek istiyordum bu tatlılığı bir vampir iştahıyla. Bu ne güçlü karşı koyulmaz bir içgüdüydü tanrım! Sevişmeden dinmeyecekti, bunu çok iyi biliyordum. İkinci içkilerimizi içtikten sonra ona bana gelmesini teklif ettim. Ne dediğimi tam anlamamış gibi baktı. Bunun üzerine tüm tiyatral yeteneğimi kullanarak, sanki sessiz sinema oynuyormuş gibi ona olan davetimi anlatmayı başardım. Anladığındaysa ağzını kocaman açarak gülmeye başladı. Dişleri bembeyaz ve çok tatlıydı. O kocaman açtığı ağzını öpmeden duramadım tabi ki. Bana otele gitmezse sorun olup olmayacağını ima etti. Sorun olmaz dedim, hatta otelini arayıp bu konuda bilgi verebileceğimi söyledim. Hatta hemen cep telefonumu çıkartıp ondan otelin kartvizitini istedim. Cüzdanından kartviziti çıkartıp bana uzattı, ben de numarayı aradım. Resepsiyona gereken açıklamayı zor da olsa yapabildikten sonra artık Lola’yı kolundan tutup kaldırdım. Kalkıp birlikte hesabı ödedikten sonra belime sarıldı. Ben de onun boynundan sarıldım. Saçlarını öpe öpe otogara doğru yürüdük. Güvercinlik'e gitmemize sadece bir minibüs mesafesi kadar yakındık artık..

Halikarnas Şarapçısı
‘şarapsal hikayeler serisi’

6 Mayıs 2013 Pazartesi

marinada yat fantazisi

İşten çıktım, marinaya doğru yürüdüm. Gümbet'in üstünden batan güneşi, yatların direkleri arasından izlemeyi seviyordum. "Nemesis" isimli yatın önünde duran banka oturdum ve gözlerimi ufuk çizgisine odakladım, öylece kaldım. Güneşin tepenin ardından kayboluş anını saniye saniye izledim. Geriye turuncu tonlardan sarıya çalan bir renk kaldı battığı yerde. Hava loşlaştı, deniz dinginleşti ve havadaki rüzgar gömleğimin düğmeleri arasından göğsüme girip okşamaya başladı beni.
Nerden geldiğini anlayamadığım bir kadın belirdi önümde. Şu aralar pek yaygın olan über mini şortu, açık yeşil askılısı ve ojeli parmaklarını sergilediği parmak arası terlikleriyle yanımdaki boşluğa oturuverdi. İlk Gözüme çarpan sağ ayak bileğindeki sarmaşığa benzeyen bir dövme olmuştu. Saliseler içerisinde tüm fiziğini süzmüş, afrodizyak kokusunu almıştım. Esmer uzun dalgalı saçları, etli dudakları, gözlüklerinden göremediğim gözleri, henüz yanmış olan pembe bacakları ve oldukça iri göğüsleri bana "seviş benimle" sinyalini veriyordu sürekli. Nefes alış-verişlerimde düzensizlik başlamıştı bile. Yan gözle onu süzmeye devam ederken bana yabancı dilde bişeyler sordu, ne dediğini anlamadım. Sanırım italyanca konuşuyordu. İngilizce biliyor musun? diye sordum, 'no' dedi. 'no' italyancada da hayır anlamaına geliyordu. Sonra o bana, "parlare italiano" diye sordu, bildiğim tek italyanca cümleydi bu. Bilmiyordum ama yine de "si" dedim, maksat muhabbet olsun. Gözlüğünü başına doğru kaldırdı, gözlerinin içi gülüyordu, italyanca biliyor olmama sevinmişti. Bu arada gözlüklerini çıkarınca o müthiş kadınsı güzelliğini farkedip büyülenmiştim. Monica Bellucci'yi andırıyordu yüzü. Hemen italyanca konuşmaya başladı, ben ne dediğini anlamıyordum ama içindeki enerjiyi rahatlıkla hissedebiliyordum. Bir süre italyanca bilmediğimi çaktırmadım, ona sürekli "parlare piano" diyordum ve de "bella, ti amo molto bene" diyordum. bildiğim bütün kelimeler bunlardan ibaretti. O ise bütün söylediklerime amansızca gülüyordu. Gülüşüne dayanamayıp, ona iyice yaklaştım ve ellerini tutmaya cüret ettim. Hiç şikayetçi olmadı. "ma, ti amo bella" dedim tekrar gözlerinin içine bakarak. Artık hiç bişey umrumda değildi o anda.
Elimi bırakmadan ayağa kalktı. Beni çekiştirerek, "vieni, vieni" diyordu. Nereye götürdüğünü merak etmeye kalmadan, karşımızdaki yata biniverdik. O andan sonra Nemesis'in içindeydik. Arka tarafından dolanıp, merdivenlerden bir kat aşağıya indik. Tesadüf müydü, hatun mu öyle ayarlamıştı bilmiyorum ama kimsecikler yoktu ortalıkta.
Kamara gibi biyere girdik, çok küçük bir yerdi burası. Tek kişilik bir ranza ve hemen yanında minibar bulunuyordu. Haşin bir erkeğin kadınlara davrandığı gibi beni sertçe yatağa doğru itti. Kapıyı kapattı ve üzerime atladı. Ne olduğunu anlayamamıştım, vücudumdaki kan basıncı damarlarımı patlatıyordu adeta. Kamaranın medivenlere bakan yuvarlak penceresi buğulanmıştı iyice. Elimi oraya attım istemsizce. O an, titanic filmindeki sahne aklıma geldi, tebessüm ettim. Sanki titanic yeniden çekiliyordu ve biz oynuyorduk bu sefer.
Hatunun iri ve diri göğüslerinin üzerine sarkan saçları beni bir kez daha tahrik etmiş olacak ki, bu sefer ben sarıldım incecik beline ve altıma alıverdim italyan kadını. Bu arada ismini hala bilmiyordum, sevişmenin ardından sorduğum ilk şey ismi oldu. 'name?', 'nome?', 'si', 'lola e si?', heralde senin ki ne demek istiyordu, 'ulaş' dedim. Komik bi şekilde telaffuz etti ismimi, 'üolaş' gibi bişey dedi ama çok tatlıyı bu söyleyişi, dudaklarına yapıştım hemen ve nefessizlikten boğulmasına ramak kalaya kadar öptüm onu. Bıraktığımda boğuluyor gibi bir hali vardı ama yüzü gülüyordu, demek ki memnun olmuştu bu hareketime.
Minibardan açıp içtiğimiz viskilerimizle, romantizmin doruklarından eteklerine doğru savruluyorduk. Ortak bir dile sahip olmadan nasıl da bu kadar üst düzey bir ilişki yaşıyabiliyorduk hala onun şaşkınlığı üzerindeydim. Bir süre bu şaşkınlığıma dalıp gittim. Lola bunu fark etmiş olacak ki, yine elimden tutup beni yataktan kaldırdı. Viski bardaklarından bir tanesi yere düşüp kırıldı, bu duruma sadece gülmekle yetindik, kırılan parçaları toplamadık bile.
Merdivenlerden hızla üst tarafa çıktık ve lola birden kendini denize attı. Artık nasıl bir kafa yaşıyorsam ben de onun arkasından uçtum denize. Denizin serin suları arasında bir kez daha seviştik onunla. Hayatımın en mükemmel anlarından birini yaşıyordum, rüya gibiydi resmen, hiç bitmesin istiyordum bu rüya.
Bu olaylardan yaklaşık birkaç saat sonrasıydı, kendimi otogarda, sanki hiç birşey olamış gibi güvercinlik aracının ön koltuğunda buldum. Nasıl bu kadar hayale karışabilirdi gerçekler. Bu nasıl bir kurgudur, ordan buraya nasıl geldim ben? Kendime tokat atıyordum, inanamıyordum bir saat öncesine kadar yaşananlara.
Araç hareket etmiş, güvercinliğe varmıştım ama hala Lola'nın etkisindeydim, sarhoştan da beter bir sersemlik vardı üzerimde. Eve zor attım kendimi. Sanki bulutların üzerinde kurulan bir hamakta yatıyordum o kadar masalsıydı her şey..


Halikarnas Şarapçısı
bodrum 05/13

üç şiirlik ömür

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Bodrum Lounge

Claude Monet'in "Gün Doğumu" tablosu gibi başlıyorum güne, ormanın ortasında minicik bir sahil köyünden çıkıyorum yola her sabah. Her gün Bodrum-Gümbet arasındaki tek yönlü ara sokaktan yürüyorum. Artık yol üzerindeki esnafla yüz aşinalığımız başlamıştı. Eskisi gibi kim bu yabancı gibilerinden bakmıyorlardı bana, hatta farkında olmadan selamlaşıyorduk baş ucumuzla.
Yol üzerinde bir sürü eczane vardı, bi de son bir haftadır kesiştiğimiz antika dükkanındaki hatun. Sanki her sabah kapıda dikilip benim geçişimi bekliyor, her akşam da makyajını tazeleyip aynı saatte güzergahıma çıkıp bana doğru yürüyordu. Geçen gün iş çıkışı, aynı şekil makyaj ve cafcaflı bir elbise giymiş karşıma çıktı, göz göze birbirimize doğru yürüyorduk, onu geçince bikaç adım sonra arkamı dönüp baktım ona, bunu beklemiyordu heralde, rotasını değiştirip arkamdan geliyormuş, baktığımı görünce ne yapacağını şaşırdı, beni de bi gülme tuttu. Hatunu rezil etmemek için yoluma devam ettim.
Sabahları otostop çektiğimde kimse durmazsa, akşamları da iş çıkışı eve dönerken mutlaka geçerim burdan, otogara kadar gider bu yol. Son bikaç gündür hep meyhanelerin olduğu sokağa sapıyorum otogara gitmekten vazcayıp. Bazen bi kadeh rakı, bazen de şarap içiyordum. Şevket abi icabına bakıyordu hesabın sağ olsun. Bazen de ben ona ısmarlıyordum, ne kadar ısrar etse de böylece mahcubiyet altında bırakmıyordum kendimi. Aslına bakarsanız yalnız adamın içkisi şaraptır, o yüzden şarabı daha çok tutuyordum ama şevket abiyle oldu mu muhabbetle rakı güzel gidiyordu.
Mazotumu aldıktan sonra, akşam güneşi henüz batmamışken marinaya doğru alıyordum voltamı. Dünya dillerinden bir kolaj sergisi geziyormuşum gibi oluyordu, bu yabancı fısıltılar hoş bi melodi oluşturuyordu kulağımda. Oradan mendireğe geçiyor, kale dibine oturup yatları seyre dalıyorum bir süre. Gustav Klimt'in çok ünlü "kiss" tablosunu geçiriyorum kafamdan. Eski sevgilimi andırıyordu ordaki kadın. Buranın da kapanmasına 5 dakika kala ordan çıkıp azmakbaşını ziyaret ediyorum. Sahildeki barların çekiciliğine kapılıp oturuveriyorum bitanesine. Halikarnas diskoya karşı bir bira içip akşam sefası yapıyorum gönlümce ve ordan da zengin kalkışı yapıyorum. Hava kararmaya başlıyor zaten, Güvercinliğe dönme vaktidir artık.
Minibüse son anda geç kaldım. Otogar çıkışı arkasından koştum, el salladım, ıslık çaldım ama durmadı. ben de bi sonrakini beklemek için bi banka oturdum. O arada cep müsveddesi yaptığım not defterimi çıkarıp karalamaya başladım. Kalem ve kağıdın birbirine değmesi, bana ateş ve barutun buluşmasındaki patlamaları andırıyordu her seferinde..

Halikarnas Şarapçısı
Bodrum 2013/05

'Şarapsal Hikayeler Serisi'