SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

8 Ağustos 2019 Perşembe

HAYAL GÜCÜNÜ SERBEST BIRAK

Çocukken ne güzel hayaller kurardık.. hayal gücümüzün sınırı yoktu, uçsuz bucaksızdı. Gözümüzün önünde oluşan görüntüler sanki birazdan canlanıvericekmiş gibi olurdu. Heyecanlandırırdı beni kurduğum hayaller, gerçekleşmesi an meselesiymiş gibi gelirlerdi bana. Hatta gerçek olduğunu görürdüm bile ve o anı yaşarken acayip derece eğlenirdim. Nasıl bir boyutta yaşıyordum acaba? Hala düşünüyorum, hiçbir şey içmeden, her hangi bir ilaç kullanmadan bana bu hissi yaşatan şey neydi?
Ulaşabildiğim tek kanı şu; hayal gücümüzü yok ettiler. Dolayısıyla hayallerimizi de.. bir insanın en büyük zenginliği kurduğu hayalleridir. Haa, bu arada şunu söyleyeyim; gerçekleştirebileceğiniz düşüncelerdir hayalleriniz ve dolayısıyla gerçekleşmeyecek şeylere de hayal değil mucize diyoruz. Bu ayrımın da farkına varmakta yarar var. Mesela çok zengin olmak, çok güzel bir işte çalışmak, dünyayı gezmek, ruh eşimizi bulmak, hayatımızın aşkıyla tanışmak, çok ünlü çok başarılı bir insan olmak, huzur bulmak vs vs.. bunların hepsi aslında hepimizin düşündüğü sıradan hayaller. Biraz daha geliştirelim; uzaya gitmek, evrenin sırrını çözmek, tanrıyı görmek.. ya da daha da ileri gidelim, geçmişte yaşayan insanları, kaybettiğimiz yakınlarımızı görebilmek, başka bir boyutta yaşamak, hatta sadece evrensel enerjinin bir parçası olduğumuzu anlayabilmek.. bunlara ne demeli? Hayal mi, mucize mi?
Doğduğumuz andan itibaren doğanın saf enerjisiyle yaşamaya başlıyoruz. Daha sonra içinde bulunduğumuz önce aile, geniş aile, yerel toplum ve genel toplum kuralları ile bilinçaltımız şekillenmeye başlıyor. Ne yememiz, ne içmemiz, ne giymemiz, ne konuşmamız kısacası neyi yapıp yapmamamız hatta neyi düşünüp düşünmememiz bile bize kodlanıyor. Yasaklar, kurallar, yasalar, adetler, gelenek görenek vs gibi kavramlarla düşünmeye başlıyoruz. Yani düşünce sistemimiz bir saksının içinde yetişmeye çalışan ağaç gibi, toprağı, suyu ve kökünün gideceği yer önceden sınırlanmış. Zaman içerisinde boyumuzun uzunluğuna, dallarımızın şekline kadar hep bir başkası tarafından karar veriliyor ve budanıyoruz sürekli. Dolayısıyla vereceğimiz meyve de sınırlı olarak kalıyor. Yani istesen de kapasitenden fazla ürün veremiyorsun, verdirtmiyorlar..
Evet, ilk çocukluk çağını atlattın ve okul başladı. Yeni bir ortam, yeni bir topluma hoş geldin. İster devlet okullarına git, ister özel kolejlerde oku hiç fark etmiyor. Milli eğitim sistemi her ikisinde de devrede olup, zorunlu müfredatıyla senin zihnini kontrol etmeye devam ediyor. Senin tek hayalin başarılı olmak, ne güzel ancak bunun için sana zorla öğretilen bilgileri beynine kazımalı ve o bilgilerden oluşan sınavdan geçmelisin. Şu an benim beynimde çınlayan; patrona Halil isyanı, orbital şemaları, golgi aygıtı, Alper tunga eldu mu, yapım eki çekim eki, tundra iklimi, çıkrık dişli kaldıraç formülleri, karmaşık sayılar vs vs gibi bilsem ne olur bilmesem ne olur diye yıllarca beynimden asla silinmeyecek ve hiçbir zaman da işime yaramayacak bilgileri düşünmek yerine hayal gücümün en verimli çağlarında yaratıcılığımı tetikleyecek daha işe yarar bilgileri öğrenseydim keşke diye geçmişi, sistemi, devleti, dünyayı yöneten bizi de bu sistemin içinde heba eden bütün olguları sorguluyorum.
Sistemin içine ilkokula adım attığın o ilk gün dahil oldun bile farkına varmadan. Sen de artık sistemin içindeki bir dişliden birisin, tıpkı geçmişteki yönetilenler gibi, onların bir devamısın. Hafta içi işe gider gibi sabah kalkıp okula, akşam eve, evde ödevlerle derslerle anne baba baskısı, yasaklar, kurallar.. haftasonu hiç bitmesin isterken yeniden pazartesi.. sendromun oluştuğu ilk yıllar.. bayram tatilleri ne güzeldi o zamanlar.. ohh be 15 tatil geldi derken bitiverdi.. yine dersler, sınavlar vs.. şükür ilk yaz tatili.. tembelliğin ne demek olduğunu öğrendiğimiz o ilk yaz.. tadını çıkaramadan bitiverdi ve ikinci sınıf.. sürekli sorular, ne olacaksın? Hayallerin tam körelmediği için atıp tutmaya devam ediyorsun ama yine sağdan soldan duyduğun kadarıyla; doktor, avukat mühendis.. birisi de çıkıp bilim adamı olucam, sanatçı olucam desin be arkadaş..
İlkokul, ortaokul, liselere giriş sınavı, ilk büyük stres.. dersler sınavlar, aynı döngü, ergenlik ikinci büyük stres, karşı cinsi keşfetme çabaları ama toplum baskısı, cinsellik-dinsellik çatışmaları kafa karmakarışık, yüzdeki sivilceler de cabası.. Üçüncü büyük stres, allahım bu ne kadar korkunç bir baskı böyle, merhaba üniversite sınavı!!! Korkulu rüyamız, yıllarımızın emeği.. şunu bir atlatsak tamam hayatımız kurtuldu, acayip rahatlayıcaz.. ohh şükür bu da geçip gitti sonunda.. evde kalmadık, puanımız herhangi bi üniversitenin herhangi bir bölümüne tuttu çok şükür allahım çok şükür.. o da nesi? Değişen hiçbişey yok. Biraz daha ayrıntılı dersler ve de hiç tahmin etmediğim, hiç sevemediğim dersler.. yine sınavlar.. yine stresss… hofffffff, puffffff..
Aaaa.. bu üniversite müniversite hikayeymiş ya.. asıl ailenin ve milli eğitim kontrolü dışına ilk çıkışı keşfetmek önemli olan. İstediğimi giyerim, istediğimi yerim, saçımı da uzatırım küpemi, de takarım, dövmemi de yaptırırım, bana kimse karışamaz. Bu dersler de neymiş böyle, yaza çalışırım, seneye kasar geçerim, aman, alttan üstten hallederim bi şekilde. Ooo sevgili hayatı ne güzelmiş ya, oooo dans tiyatro sinema falan ortamlar güzel, gruplar, topluluklar, geziler meziler.. Sanatı ve sosyalleşmeyi, özgürce hareket edebilmeyi, hayatın eğlenceli yanlarını fark ettiğimiz zamanlar.. ilk isyan: bu okul bana göre değil! Ben konservatuar okumak istiyorum..
Hayatın acı gerçekleriyle ilk karşılaşma.. Ailenle başlayan tartışmalar. Ben onu istemiyorum bunu yapıcam.. Hayır okulunu bitiriceksin.. ben o olmak istemiyorum bunu istiyorum. Hayır o olucaksın vs vs.. zorlu çatışmalardan maddi gücü elinde bulunduran aile galip çıkar. Onların dediği olur ve okulunu dike dike bitirirsin. İkinci bir okulu okuyacak ne gücün ne enerjin ne de hevesin kalmamıştır. Hemen iş hayatına atılmak istersin. Okulu bitirmenin ya da okulda başarılı olmanın değil, iş bulmanın para kazanmanın en önemli şey olduğunu ilk o zaman anlarsın. En büyük stresin eşiğine kadar gelmişsindir. Bir sürü saçma sapan yerde iş ararsın, boktan yerlerde iş deneyimlerin olur ve o hiç istemediğin KPSS batağına sen de düşersin. Koskoca bir seneni feda edersin 80-90 küsür puanları alırsın ama siyasi bağlantı ya da eş dost akraba diye tanımladığımız bir dayı bulamazsın. Beynin çıkmaza girer, askerlik polislik sınavlarına girersin olmaz, kapı kapı gezip CV’ni dağıtırsın bir cevap gelmez. Özel kurumların sınavlarına başvurursun, çağırmazlar, çağıranlar da yine Referans adı altında bir dayın var mı yok mu ona göre değerlendirirler yine olmaz. İyice sıyırtmak üzeresindir. Bir tarafta yıllar geçmektedir, yaş ilerlemekte ve toplum seni yavaş yavaş ağacın yaş halkaları gibi kendi görünmeyen iç dünyasına hapsetmeye başlamaktadır. Biz buna genelde toplum dışına itmek diyoruz ama aslında içindeki kaosa hapsediyorlar. Dışına itmiş olsalardı eğer, şuan ki hayatımızı yaşarken toplumun kuralları bizim için geçerli olmazdı ki maalesef hala sokağa adımımızı attığımız andan itibaren o toplumun bir elemanı konumunda oluyoruz. Evet hayallerimiz var, hala bilinçaltımız arka planda onları çalıştırmaya devam ediyor. Birileriyle konuşuyoruz, ona gayri ihtiyarı onlardan bahsediyoruz, her zaman olduğu gibi ve herkes gibi o da ya bırak bu boş işleri gerçek hayata dön diyiveriyor, ezberletilmiş gibi. devam da ediyor, ee yaş kaç oldu evlenmiyor musun artık?
Ya ben hayal etmeyi seviyorum, hayal gücüme inanıyorum, onun peşinden gidiyorum. Pes etmiyorum, etmicem de! Yaşım kaç olursa olsun, işim gücüm param olmasa da, beni arkamda yanımda destekleyen biri olmasa da, içimde duymuş olduğum bu inanç bu heves, bu heyecan, bu enerji, bu arzu, beni tetikleyen itekleyen bu ilahi güdü olduğu sürece devam edicem. Muvaffak olacağımdan hiç şüphem yok. Ama nerde, ne zaman nasıl? Bunların cevabı KADER diye tabir edilen bir olgunun içinde gizli.. yeri ve zamanı geldiğinde nasıl olacağını hepimize gösterecek olan olgu, bize attığımız adımlarımız sonucunda varacağımız yerdeki hak ettiğimiz karşılığı da verecektir mutlaka. Nitekim de bununla ilgili bir sürü gerçek hikayeye tanık olmuşuzdur.
Velhasıl kelam, gözümüzü kapattığımızda çalışmaya başlayan epifiz bezimiz sayesinde kurduğumuz hayallerimize koyduğumuz sınırları bir kez olsun kaldırmayı deneyin, buna hiç olmazsa bir defa cesaret edin. Gördüğünüz gerçeklik karşısında hayrete düşeceksiniz ve eğer o gerçekliğin peşine takılabilme içgüdüsüne kapılırsanız, sizi götüreceği yere de inanamayacak, bunun hayalden de öte bir mucize olduğuna tanık olacaksınız.
Hayallerinizi gerçekleştirmeniz dileğiyle..

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Anladığını Anladım

Uzun bir süreden sonra, yaklaşık 10 gündür aramadığım annemi aradım. Önceden trip atardı bu kadar aramazlık yaptığım zaman, açmazdı telefonu. Defalarca aratıp sonra açar ve bir sürü laf söylerdi. Sen bizi hiç merak etmiyorsun, ne diye aradın vs. gibi.. ilk defa bu kez, hiç bişey olmamış gibi açtı telefonunu. Napıyosun, nasılsın dedim, iyiyim sen nasılsın dedi. Şaşırdım. Hiç bu kadar sakin beklemiyordum. İyiyim dedim, aslında çok da iyi değildim ama ona duymak istediği şeyleri söylemek adetimiz oldu artık. Her neyse, hastanedeyim dedi, önce bi korktum. Neyin var? Dedim. Önemli bişey yok, ilaçlarım bitmiş yazdırmaya geldim, dedi. Oh, iyi bari ben de bişey oldu sandım. Ee, dedi… hiiç dedim, öylesine bi arayım dedim baya zaman oldu konuşmayalı. Anladım zaten, keyfi ne zaman gelicek de arıycak diye bekliyodum ben de. ANLADIM dedi ya bir kere, gerçekten de sesinde hiç kinaye yoktu bu sefer, ilk defa, hayret verici bir şeydi benim için. 32 yaşıma kadar böyle anlayışlı bir ses tonu ile ANLADIM demesi beni ters köşeye yatırmıştı resmen. Ya, yok işte, keyften değil anne biliyosun, hani konuştuk işte, öyle yani.. Bir kez daha ANLIYORUM oğlum, tamam sen bak keyfine, iyisin di mi? Paran pulun.. Hşş.. tamam anne iyiyim merak etme, sıkıntı yok bende. Siz iyi bakın kendinize, babam nasıl? Yanında mı? Yok, onu eve gönderdim beklemesin burada diye.. İyi o zaman bi de onu arayıp sesini duyayım bakalım.. Babamla da konuştuk. Pazar yapmış eve gidiyormuş. Onunla zaten her zamanki gibi standart diyalog geçti. Nasılsın, iyisin, bişeye ihtiyacın var mı? Yok. İyi bak kendine, hadi görüşürüz. By by..
Şimdi telefonu kapattım derin düşüncelere daldım. İçime uzun süre hasret kaldığım huzur, tsunami şeklinde dolmaya başladı. Geçmişe gittim, hani şu geleceğe köprü olacak geçmişimize, hani her seferinde sövüp saydığımız geçmişimize.. yıllarca çevremizden, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan, hocalarımızdan, patronlarımızdan, sevgililerimizden beklediğimiz o bizi yormadan mistik telepatik güçleriyle bizi anlaması olayı var ya.. galiba bu gerçekten de yıllar yıllar alacak bir süreç. Kendime sorduğum sorularda, kendimle konuşmalarımda hep bi anlaşılmak ya da anlaşılamamak sorunsalı. Bir çok şiirimde, kendim bile kendimi anlayamıyorken başkalarının anlamasını beklemek gibi cümlelerim.. oysaki, seni doğuran insanın bile 32 yıl sonra ilk kez seni anlıyorum demesi çok çarpıcı benim için. Bir anda beynimde şimşekler çakıverdi, bir anda tüm karanlıklarım aydınlandı ve kafamda yıllarca cevaplanmayı bekleyen küflenmiş sorular bir anda cevaplarını buluverdiler.. demek ki, insanlardan anlaşılmayı beklemek, onlara küsmek, kendikendine isyan etmek gibi hareketler çok ama çok yanlış hareketlermiş. Yapılması gereken tek şey, bir süre inzivaya çekilmek ve yapmak istediğin şeyleri kimseye ihtiyaç duymadan, büyük bir kararlılıkla yapmaya çalışmakmış. Doğanın ve evrenin sana karşı olan ters akışını kırmak ve o enerjiyi kendi yoluna çevirebilmekmiş doğru hareket. Böylece hem düşünce hem de enerjisel olarak kendi çekirdek toplumunla ve yerel doğan ile uyumlu bir akış içine girmiş olduğumu daha yeni anladım. Çünkü ilk defa böyle bir şeyi başardım. Gerçekten muazzam şekilde mutluyum. Yıllarca kafamda düşüne düşüne beynimi çatlattığım bu spritüel olayın gerçekleştiğini gördüm. Kavga etmek yerine bir yol bulup tevazu ile kıyısından köşesinden ilerlemek, işte sana çözüm. Bu kadar basit..