SOSYAL MEDYA

SOSYAL MEDYA
ulastuzak

27 Aralık 2017 Çarşamba

İkibinonyedi Panaroma 2017

Yeni yıla bomba gibi girdik patlaya patlaya, zira aynı dakikalarda Reina’da terör saldırısı olduğunu duyduk ama tınladık mı? Tabiî ki de hayır, eğlenmeye coşmaya kopmalara devam ettik. Kim sikler Reina’yı? Bize ne, biz orda değildik nasılsa.. zaten hiç bi zamanda olamazdık, orası bizim ulaşamayacağımız kozmik bir gezegen, o yüzden bize duygusal bir etkisi de olmuyor zira. Mesela askeriyelerdeki terör saldırısı bizi daha çok etkiliyor, çünkü hepimiz oralardan geçtik, yahut bi sokakta cadde de pazarda falan bir patlama olsa yine bizden birileri olması düşüncesiyle kuruyoruz empatimizi. Reina’da yahut mars’ta ve ya jupiter’de patlama olmuşsa sadece haber niteliği taşır bu ülkede.. 2017’nin ilk haftası bu patlamadan ziyade benim işten çıkarılmam ile daha özel bir etki yapmıştı hayatımda. Üzülse miydim sevinse miydim bilemiyordum. Bi tarafta sevmediğin bi işten kurtulmuş olmak var, diğer yandan işsizlik belası. Bir ayı kafamı toparlamakla ve duygularımı yatıştırmakla geçirdim. Tabiî ki hatırı sayılır bir dostumun kişisel yardımları sayesinde ayakta durabildim o dönemde. Çünkü ailemin, akrabalarımın, arkadaşlarımın hiçbirinin umurunda olmadığımı çok net gördüm. Demek ki sadece dik duruşunla bir şeyler ifade ediyorsun onların gözünde. Biraz eğilsen, hafif yamulsan hemen eleştirmeye, çekişmeye ve tenkit etmeye başlıyorlar. Bir düşmeye gör, herkes arkandan çekiliveriyor. Neye uğradığını şaşırmışken ve çaresizce debelenirken yerde, sana elini ilk kim uzatırsa, kim olduğuna bile bakmadan can havliyle sen de ona tutunuyorsun ilkel bir refleksle. İşte uzanan o tek ele çok büyük şükran ve minnet duyuyorum. O kim olduğunu biliyor, onun kim olduğunu da kimse bilmeyecek. Çünkü o, Tanrı’nın eliydi bence.
Her neyse, yerden kalktım, üstümü başımı silkeledim, tozdan kirden arındım. Bu tam üç buçuk ayımı aldı. Yine tiyatroya tutunmak istedim, yine tiyatro beni itekledi kendinden, benden kıl payı kaçmayı başardı. Aylarca emek verip, her atölyesine, her çalışmasına katıldığım, bir oyun için kıyıda köşede de olsa bir görev beklediğim deneme sahnesinden aforoz edildim, sebebi ise yoktu maalesef, aslında vardı da yoktu, yok denildi, yok denilse de ben biliyordum sebebini, maddiyat. Oysa maddi bir beklentim hiç olmamıştı, olamazdı da. Hayal kırıklıkları bitmiyordu, üst üste geliyordu mübarek, geldi mi kat kat geliyordu.. İşim yok, sevgilim yok, arkadaşlarım yok, aileden ses seda yok, tutkum yok, aşkım yok, hayallerim yok, geleceğim yok, umudum yok, tadım yok tuzum yok.. ne bok yiyeceğim ben şimdi? Bok bile yok.. Bu kadarı da fazlaydı artık, bişey yapmalıydım, bişeyler olmalıydı. Aksi takdirde, bu kadar yoksunluğa karşı göğüs germek imkansızdı. Tsunami dalgalarını göğüslemek bile daha kolaydı belki. Çünkü bu durum ruhsal açıdan acı verdiği gibi fiziksel açıdan da acı vermeye başlamıştı. Stres kaynaklı boyun fıtığı başlangıcı ile birlikte omuz fibromiyaljisi, göğüs ağrısı, mide krampı ve reflü, anksiyete, manik depresyonun artması ve nihai son panik atak. Dibe vurmak bu olsa gerek herhalde, daha sonraki aşama intihar oluyor sanırsam.
Yine o durumdan beni çıkartan aynı kişi olucaktı. Bana bir takım spk kitapları alıp beni ders çalışmaya motive etti. Başta zorlansam da sonraları şuursuzca ders çalışmaya başladım. İğrenç bir şeydi ders çalışmak, ancak tecavüz gibi zamanla zevk almaya başladım. Bir orospunun yaşaması için başka çaresi yoksa, çaresizce iğrenç adamların altına yatması gibi ben de iğrenç derslerin altına yattım. Lanet boyunlukla ve ilaçlarla sınava kadar sabrettim ve bu işkencenin ilk devresini bitirmiş oldum.
6 ay geçmiş yaz gelmişti. Sınav açıklanmış dört dersin ikisini geçmiş, diğer ikisini verememiştim. Napalım, umurumda olur mu hiç? Yaz gelmiş kardeşim, ağustos böceği misali çalsın sazlar oynasın kızlar.. öyleyse Ege’nin mavi incisi Çeşme’den başlayalım gezmelere, tozmalara.. sonra ver elini Antalya, Kaş, Kaputaş, Fethiye, Marmaris, Bodrum.. bu arada Bodrum’a gelmeden birkaç gün evvel büyük Bodrum depremi yaşandı, 6.3’tü sanırım. Neyse ki can ve mal kaybı yaşanmadan atlatıldı bu hadise.
Bodrum, malum yerimiz yurdumuz sayılır artık. O zaman pek öyle düşünmesem de, yani aklımda izmir’e dönme planları kuruyordum ki, bir telefonla ertesi gün işe başladım. Arayan çok hatırı sayılır bi ablam olunca, hem onun işini görmek hem de biraz kendimi eğlendirmek için Gümüşlük’te bi otelin barında işletmecilik oynadım. Sezon sonuna kadar bir ay yaşadığım Gümüşlük’te çok güzel, çok nadide anılar bıraktım. Bir yandan gece gündüz beşik gibi artçı depremlerle sallanıyorduk, bir yandan gümüşlük festivalinden gelen piyano, flüt ve türevlerinden oluşan diğer caz enstrümanlarının eşliğinde barda kokteyl hazırlıyorduk. Güneşin batışı o kadar mükemmel bir turanj görüntü oluşturuyordu ki, adeta devasa bir portakal gökyüzünden denize düşüyormuş gibi duruyordu. (Bununla ilgili görselleri instagramdaki paylaşımlarımda bulabilirsiniz.) Güneş battıktan sonraki alacakaranlık, benim için geceye atılacak olan adımlarımın habercisi olduğundan, beni heyecanlandırıyordu. Bir süredir telefonda uğraş verdiğim güzel kızı ikna etmiş yanıma getirmeyi başarmıştım. o ilk gece de şansımıza açık bir gökyüzü ve de dolunay olmasın mı.. palmiyenin altındaki salıncak koltukta oturmuş sohbet ederken tenlerimizin birbirine değdiğini hayal ediyorduk ta ki o dolunayı görene kadar.. ve ondan sonraki geceler, ve daha sonrakiler, ve dahası, ve..
Bu arada, dünyaca ünlü İtalyan, Rus ve Kübalı müzisyenler bizim otel’de kalıyordu. Galiba Roman Pallottini, Ilya Itin ve Mauricio Vallina idi. Ayrıca Ceylan Ertem’i de ilk kez bizim otelde menemen yerken tanımıştım. Nitekim Jehan Barbur’le de, odasındaki abajurun patlamış ampulünü değiştirirken, kendisini arı sokmuş şekilde kıvranırken tanıştım. İkisi de annelerini getirmişti yanlarına, magazinsel bir durum yoktu yani. Ceylan Ertem ile sabah kahvaltılarında, Jehan Barbur ile akşam yemeklerinde karşılaşıyorduk. Jehan Barbur’un annesi güzel bahşiş bırakıyordu, ellerinden öpülesi kadın.
Eylül geldi, sezonu erken kapattık.. patron amca sağ olsun, herkesi baya bi bezdirmişti bunaklığından. Kendine aynada bile bakmaya cesaret edemeyen ama kendini beğenmiş bir havası olan zavallı kızı da cabası. İkisi beraber resepsiyoncu kızı bile anlamsızca işten kaçırtınca, artık oteli açık tutmanın bi anlamı da kalmamıştı. Neyse ki Gümüşlük festivali bitmiş, ünlü konuklar gitmişti. Bu durum hepimizi büyük bi rezaletten kurtarmıştı.
Çalışmamın karşılığını alınca, çadırımı ve sevgilimi de alıp kelebekler vadisi’ne doğru uçtum gittim. Bana çok iyi gelmişti bu tatil. Akyaka’da, Köyceğiz yuvarlakçay’da, Dalyan’da İztuzu’nda, Göcek’te, Katrancı Koyu’nda ve Ölüdeniz sahilinde unutulmaz izler bıraktık. Tersine yürür ya benim işler hep, gidişimiz muhteşem, dönüşümüz çok enteresan olmuştu. Her sağ yüzük parmağıma bakınca yeniden hatırlıyorum o anları.
Eylül bitti, puslu bir sonbahar geldi çattı. İzmir’e döndüm ve aşkımız bitti. Artık sınav zamanıydı, kalan dersler için yeniden bi çalışma dönemine girdim. Mental olarak kendimi güçlü bi şekilde hazırladım ve çalışmaya başladım. Bu süre boyunca, bankaya karşı açmış olduğum iş davamı 11 ay sonra ve 5. celsede en nihayetinde tek başıma kazandım, çünkü haklıydım, kendimi de en iyi kendim savunabileceğime göre neden avukata para yedireydim ki.. O da burada bi köşede dursun..
Neyse, Aralığın ikinci haftası sınav muhabbeti de bitince derin bi boşluğa düşmüş gibi oldum. En korktuğum şey, günlerin en kısa, gecelerin en uzun olduğu kara kışın tam da en dibinde, takvimin tam ortasında böylesine bir ruh haliyle baş başa kalmaktı ve korktuğum başıma geldi maalesef. Bazı yaşanacaklardan, durumu önceden sezseniz dahi kaçamıyorsunuz, galiba adına kader dediğimiz bir gerçeklik her halde mevcut bulunmakta, işte o da tam karşımda ve yüzleşmekteyiz kendisiyle şu anda. İşte tam da o anda, Ankara’dan dönen edebiyat hocası kuzenim İzmir’e ineceği için uçuştan önce beni arayıp havaalanından kendisini almamı söyledi. Ne tesadüftür ki, o sıkıntılı anımda o gece bende kaldı ve ertesi gün çıkıp birlikte Edremit’e gitmeyi teklif etti. Öyle de yaptık, sabah kalktık ve kaz dağlarına doğru yol aldık.
Önce, Hasanboğuldu ve Sütüven Şelalesini gezdik, bu arada ordaki kekik satan yaşlı biraz da geveze teyzeden öğrendik ki, boğulan Hasan ve aşkı Emine’nin hikayesi uydurmaymış. Hülya Avşar’ın oynadığı filmi çekmek için uydurulan bi senaryoymuş o hikaye. Zira, dedesinin arkadaşıymış bizim Hasan.
Ölümünün üzerinden üç yıl geçmesine rağmen, isteyip de mezarını bir türlü ziyaret edemediğim Tuncel Kurtiz’in kabrini ziyaret ettik. Nur içinde yatsın, nedendir bilinmez, mezarını hala yaptırmamış yakınları. Bi husumet yoktur inşallah.. neyse ki sevenleri, üzerlerine duygularını yazdıkları taşlarıyla süslemişler, atıl bırakmamışlar toprağını..
Ordan sonra rakımı yükseltip milli parkın kapısına kadar dayandık. Meğer rehbersiz girilmiyormuş, rehber de bulunmayınca kapısından döndük, o da başka bahara kaldı. Hiç moral bozmadık, zeytinliklere dalıp, yere düşen meşhur Edremit zeytinlerden iki poşet mahsul topladık, salamuralık.
En son, Akçay ve çok isteyip de bir türlü gidemediğim Zeytinli Rock Festivali’nin olduğu mecraları gezdim. Ordan iki tane öğrenci çocuğu otostop çekerken gördüm ve aldım. İyi ki festivale gelmemişsin abi, dediler. Çok kavgalar gürültüler çıkmış, hoş geçmemiş yani. Neyse, o da başka bahara kaldı zaten. Çocukları az ilerideki turizm meslek lisesine bırakıp, sazlık mücavir alandan Edremit merkeze çıktım. Kuzenle o akşam ev rakısı ürettik ve yanına çiğ köfte yoğurduk. Bu da bana veda gecesi olmuştu, ertesi sabah yola koyuldum. Gömeç, Burhaniye, Ayvalık, Bergama, Aliağa, Dikili, Foça, Menemen, Çiğli istikametinde İzmir’e döndüm. Dönüşümle birlikte, bikaç kadınla üst üste seviştim. Normalde böyle şeyler çok denk gelmez ama işte çakralar açılınca kendiliğinden geliyor yağmur gibi.
Son günlerde de buradaki sağlık memuru kuzenimle takılıyoruz. O gün aşırı 24 saat nöbetine gidip geliyor. En son Manisa’ya abime sürpriz bi doğum günü yapalım dedik, rezil olduk. Resim öğretmeni kendisi, o günü de boş günü tesadüf bu ya, havada kötü, yenge de işte, bizimki evdedir dedik. Pastamızı mumuzu maytabımızı aldık eve geldik. Dış kapıyı şans eseri apartmandan çıkan küçük bi kız çocuğu açtı, daldık içeri. Dairenin kapısının önünde pastayı açtık, mumları maytabı yaktık, kameraları açtık ve zile bastık. Bastık ama duyan, kapıyı açan yok. Bir, iki, üç, dört.. tıklatıyoruz yine bi aksiyon yok. Mumu kendimiz üfledik alkışladık ve bu unutulmaz anı da instagramda paylaştım, isteyen bu rezilliği ordan izleyebilir.
İşte böyle geldik çattık 2017 yılının sonuna ve dayandık 2018’e. Bakalım ikibinonsekiz bize neler getiricek, ondan beklentilerimi de ayrıca yazıcam.

Hiç yorum yok: